Mehmet Akif’in şiirine çok kimsenin burun kıvırdığını biliyorum. Ağzının kenarıyla, ‘manzume’ demeye çalıştıklarını görüyorum.
Akif’in hayatına da çok kimse burun kıvırıyor. Bunun da farkındayım.
Mehmet Akif, bir ‘Lale Devri’ şairi değildi.
Bizim güçlü olduğumuz, dünyaya liderlik ettiğimiz devirlerin de şairi değildi.
Dertli adamdı. Derdini yazdı.
Ümmetin derdiyle aynı olan derdini.
Bir doğudan sille yiyorduk, bir batıdan.
Her gün bir parçamız koparılıyordu bedenimizden.
İstanbul’un da tadı tuzu yoktu. Askerin aklı bir yerde, başıbozuğun aklı başka yerde...
Nereye dokunsan dökülüyoruz.
Böyle bir zamanda, “İşte üç çifte kayık iskelede amade/Gidelim serv-i revanım yürü Sadabad’e” mi diyecekti Akif? (Nedim.)
“Hoş geldi bana meykedenin Ab u havası/Billah güzel yerde yapılmış yıkılası” mı diyecekti? (Baki.)
Demedi.
Zaferler, ihtişam, güç, kuvvet, kahramanlar, destanlar, güzel günler mazide kalmıştı.
Mezarlığa baktı da...
“Şanlı bir tarihsin: Mazi-i millet sendedir
Devr-i istila durur yadında devlet sendedir” diye saydı, saydı da...
“Zindegi zillettir artık bence izzet sendedir” mısraıyla özetledi halimizi. (Zindegi: Yaşamak.)
Neden bu hale geldik?
Bunu sorguladı.
Şi’rinin de nesrinin de en önemli meselesi budur.
***
Hatta hayatının.
Efendim, Muhammed Abduh, Cemaleddin Afgani...
Akif, çırpınırken, ararken, bunları da gördü.
Ne var bunda?
Herkes, Hacı Şakir’in sabun kalıpları gibi tıpkısının aynısı mı olacak?
Ama İttihatçıydı.
Ne kadar İttihatçıydı?
“Ben bu yemini etmem” diyecek kadar.
Ne vardı yeminde?
‘Cemiyetin emirlerine bila kayd ü şart itaat.’
Akif “Sadece emr-i marufuna biat ederim” dedi.
Hayat bir ‘an’dan ibaret değildir.
Akif’in İttihatçılarla kavga ettiği de vardır.
İttihatçı İçişleri Bakanı adamını gönderiyor Akif’e. Akif, o esnada evden getirdiği kuru fasulyeyi yemektedir.
“Nazır selam ediyor, yazılarında o kadar ileri gitmesin diyor.”
Akif’in cevabı: “Nazırına söyle, kendilerini düzeltsinler. Ben fasulye aşı yemeye razı olduktan sonra kimseden korkmam.”
Bir gün, Talat Paşa, Eşref Edip’le Akif’i Bab-ı Ali’ye çağırıyor.
“Şu merkez-i Umumi’dekilerle anlaşsan olmaz mı?”
Yerinden fırlıyor Akif. Ellerini Talat Paşa’nın masasına koyuyor:
“Sen bizi bunun için mi çağırdın? Bizim şahsi bir emelimiz mi var? Bizi simsar mı zannettin?”
Çıkmış gitmiş Akif. Eşref Edip’in tanıklığına göre, Talat Paşa “bakakalmış.”
(İktibaslar: Safahat. M. Ertuğrul Düzdağ’ın ‘edisyon kritik’i. İz Yayıncılık.)
***
Abdülhamid’e muhalifti.
Doğrudur. Bilhassa bugünden bakınca...
Hele bazı mısraları var ki Abdülhamid’le ilgili, kaba-saba. Yakışıksız.
Fakat, bugünden bakmak kolay ve ucuz. O dönemdeki yanlışlığı görmek, -görebilenlere- ancak yarım asır sonra mümkün oldu.
Akif, mahallemizdedir, evimizdedir, mescidimizdedir, okulumuzdadır, köyümüzde, kasabamızdadır.
Kahvehanemizde, panayırımızda, çarşımızda, pazarımızdadır.
Şiiri hayatın içindedir, hayatı şiirin içinde.
‘Üstad’ sıfatını, isminin ayrılmaz bir parçası gibi benimsediğimiz Necip Fazıl’ın şiiri, aynı zamanda ‘şehirli’ bir şiirdir.
Akif’in şiiri de, bir başka şekilde şehirlidir.
Şöyle yazarsam, kastettiğim manaya yaklaşabilirim belki.
Akif, doğal olarak, şehirlidir. Şehrin içinde dolaşır.
Necip Fazıl’da şehir daha ‘mefkureleşmiş’ bir şeydir.
Allah izin verirse bir gün konuşuruz.
Evet, ‘Milli Şair’imiz. Bu sıfat galiba İstiklal Marşı’nı yazdığı için kendisine uygun görülüyor. Layıktır.
Asım’ın içindeki Çanakkale şehitlerine hitap eden bölümü hatırlarsınız.
Hepimizin dilindedir.
O şiir, kanaatimce, Çanakkale Zaferi’ni tamamlayan bir şiirdir.
Tek başına o şiir bile, bir şairin ‘büyük şair’ addedilmesine yeter.
Bugün, Akif’in ve çocuklarının sahipsiz ve yoksul öldüğünü yazmak niyetindeydim.
Gördüğünüz gibi, muvaffak olamadım.
Tekrar teşebbüs edeceğim.