"Demokrasiler zararlı bir şekilde kutuplaştığında ne olur?”
Kutuplaşma üzerine okuduğum son makalenin başlığı buydu. (Carnegie-Endowment For International Peace’in resmi sayfasında.) Yazarı Jennifer McCoy.
Zararsız bir şekilde kutuplaşabilir misiniz?
Olabilir. Tatlı bir rekabet. Karşı görüşe söz hakkı tanıyan, tezlerinin makul bir ortamda müzakere edilmesine izin veren bir kutuplaşma tarzı.
Ama iş komşularınla, arkadaşlarınla bozuşmaya, aynı mahallede artık ikamet edememeye, karşı taraf haklı olduğunda bile tersini savunmaya, ‘bizimkiler’in yaptığı her yanlışı tevil etmeye, ‘onlar’ın yaptığı doğrulara bile kem bakmaya varınca kutuplaşma zararlı hale geliyor.
McCoy makalesinde birkaç tablo yapmış. Birçok ülkedeki kutuplaşma dönemlerini sıralamış.
Kutuplaşma döneminin sonunda demokrasiden seçimli otokrasiye geçen ülkelerin arasında Türkiye de var. Yazar kutuplaşma sürecini 2002-2012 olarak yazmış.
Liberal ya da seçimli demokrasiden kapalı otokrasiye geçenler listesine de Türkiye’yi koymuşlar.
O listede de 1966’dan 1980’e kadar süren kutuplaşma kaydedilmiş. Sonunda malum 12 Eylül darbesi oldu.
Tablonun sonunda bizi de ilgilendiren şöyle bir cümle geçiyor:
“Türkiye ve Polonya’daki vakalarda liderler iktidara gelmek ya da sürdürmek için açık bir şekilde kutuplaştırıcı popülist stratejilere dayanır, taraftarlarını enerjik tutmak için ayırımcı söylemler kullanır, muhalefetin direncini yenmek ve hedefe ulaşmak için demokraside tenkisat (eksiltme) yapmak gerektiğini savunur.”
Hemen belirtelim. Bizde yazarın anlattığı gibi demokraside tenkisat yapmak açıkça savunulmuyor.
Aksine, her durumda sürekli demokrasinin biraz daha ilerlediği söyleniyor.
Tehlikeli bir şey kutuplaşma.
Herkese zararı var. Ve siyasetin ülkemizde kutuplaşmayı körüklediği doğru.
Fakat bu sene dikkatimi çekti.
Türkiye’deki hemen bütün siyasi, ideolojik kesimler, bilhassa yakın zamana kadar cumhuriyet düşmanı ilan edilenler, cumhuriyet kelimesinin yanına yaklaştırılmayanlar, hatta kendileri de cumhuriyet kelimesinin yanına yaklaşmak istemeyenler…
Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında cumhuriyete özel bir anlam yükleyip bu kesimleri cumhuriyet kavramının zıttı sayanlardan hiç geri kalmadılar.
Bir ara okula gitmeleri cumhuriyet için tehdit sayılan başörtülü kızlarımız bu sene kırmızı başörtüleri ve kırmızı ayakkabılarıyla son derece coşkuluydular mesela…
Üstelik, kutlama törenlerinin devlete ait olan kısmını bahsini ettiğim kesimlerin cumhuriyete hiç yakıştırmadıkları, cumhuriyetle hiçbir zaman bağdaştırmadıkları Ak Parti tarafından icra ediliyordu.
A-aa! Bitti mi kutuplaşma?
Buluştuk mu cumhuriyetin etrafında?
Biraz buluşmuş olabiliriz.
İki taraf da cumhuriyet diyor, hangi tarafın daha heyecanlı olduğunu anlamak da imkânsız.
Peki şimdi yazık mı oldu güzelim kutuplaşmamıza?
Maalesef yazık olmadı.
Bizim siyasilerimiz kutuplaşmayı yolda bulmadılar, senelerdir büyük emek verdiler, bir bayramda harcatmazlar.
Yakında ‘bizim cumhuriyetimiz’ ve ‘onların cumhuriyeti’ diyerek atışmaya başlayabiliriz.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gece Boğaz’da yapılan şenlikleri Vahdettin Köşkü’nden izlemesinde kasıt arayanlar eksik değildi mesela.
Var mıydı kasıt?
Cumhurbaşkanımızdan maksatsız bir fiil sadır olmaz diye düşünüyorsanız vardır.
Topu yumuşatalım; belki de maksat törenleri en müsait mevkiden izlemektir.
Şöyle düşünsek olur mu?
Herkes, Cumhuriyet’in iki ayrı yüzünü kutladı. Cumhuriyet’in kendisine yakın bulduğu tarafını.
Herkes kendi cumhuriyetini...
Şunu da hesaba katmamız lazım.
Siyaset kitleleri dönüştürebiliyor.
Kitlelerin siyasete intibak kabiliyeti namütenahi.
Ak Parti de devletle özdeşleşmeye başlayınca kendi kitlesini ‘cumhuriyet’ kavramına yaklaştırma ihtiyacı hissetti.
Böylece ‘Cumhuriyet’i paylaşmış olduk.
Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ındaki gibi Cumhuriyet Bayramı’nda babasının elini öpüp harçlık isteyenler de olacak mı gelecek zamanlarda? (Tutunamayanlar’daki 30 Ağustos muydu?)
Belki de olur.
Bayramlarda el öpme adetimiz o günlere kadar sürerse.