Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın okuduğu şiir yüzünden mahkûm edildiği senelerde… Eylül 1998, yani neredeyse tamı tamına 26 sene önce… 28 Şubat’ın kasvetli günlerinde, ülkemizde, adına hukuk denilen şey sıfırı tüketmişti.
Biz, ülke olarak hukuksuzluklarımıza hukuk kılıfı geçirme konusunda köklü bir maziye sahibiz.
Bu maziyi paylaşma konusunda birbirimizden farkımız yok. Sağcı, solcu, herkes.
Son dönemde ‘muhafazakâr’ tabir edilen siyasi muhitler de kendisini kanıtladı.
Demek hepimiz aynıyız.
Muktedirlerimiz, yargı süreçleri kendi kontrollerinde olduğu zaman kendilerini daha mutlu hissediyorlar.
Bu, bir açıdan bakıldığında bir ahlaki zaaf. Niye adalet istemiyorsun da yargının senin gönlüne göre karar vermesini istiyorsun?
Manyak oldu toplum. Sanki milli haslet. Bakkaldan domates alırken bile araya hatırlı birini koyma ihtiyaca duyuyoruz.
Domates alırken araya adam koyarsan yargılanırken haydi haydi koyarsın.
Şöyle bir psikolojik durum da olabilir:
Adalet, benim verilmesini istediğim kararlardır. Benim verilmesini istemediğim kararlar zulümdür.
Dolayısıyla, adalet berkemaldir!
Şükür ki bazı davalar kendi tabii mecraında yürüyor. Yankesicilerin, hırsızların davaları, işçi işveren davaları, arazi davaları, vurma kırma, yaralama davaları…
Tabii kimse araya hatırlı birini koymamışsa. Herkes ‘fair-play’e uygun davranmışsa.
Gerçi böyle suçlardan hapis yatmalar neredeyse kalktı. Pandemi affı, denetimli serbestlik falan derken bazı hükümlüler koğuştaki yatakları ısınmadan eski suç mahallerine dönebiliyor.
Neden?
Torpilden falan değil. Cezaevlerinin nüfusu arttı. Kapasitelerinin üzerinde. Yer yok içeride.
395 bin 268 kapasiteli cezaevlerinde 356 bin 865 mahkûm yatıyormuş.
Yatmayıp cemiyetin içinde gezenler kaç kişi acaba?
Ama bir kısım davada durum böyle değil.
Araya hatırlı ya da hatırsız biri girdiğinde, mesela 301 kişinin can verdiği Soma’daki maden davasında olduğu gibi, hakimler değiştirilebiliyor, karar yavaş yavaş yumuşayabiliyor.
Çok hatırlı birileri senin cezaevinde yatmanı murad ediyorsa yatıyorsun, etmiyorsa yatmıyorsun.
Dünkü Karar’ın manşetinde bir haber var. “Eskişehir’de İsrail’le ticaretin protesto edildiği eylemde konuşma yapan aktiviste ‘Türk milletini, cumhuriyeti ve devleti aşağılama’ diye tuhaf bir suçlama yöneltildi. Yargı yavaş işlediği için 26 suç kaydı olan caniler sokakta gezerken hükümeti eleştirenlere jet hızıyla soruşturmalar açılması…” diye devam ediyor.
Böyle bir motivasyon var yargı mekanizmasının bir yerlerinde.
Hep mi böyle?
Yârin zülfünü ilgilendiren davalarda böyle.
Ya da böyle değil, ama öyle cerahatli bir yargı düzenine sahibiz ki böyle olmadığı zamanlarda bile böyle hissediyoruz.
İBB Başkanı İmamoğlu’nun yargılandığı “Ahmak davası” diye şöhret bulan davada da yargı süreci kendi akışına bırakılmamış.
Davanın hakiminin siyasi yasak için yeterli bir ceza vermeyeceği anlaşılınca Samsun’a tayin etmişler.
Bu yargının en azından etkilendiğine dair bir kuşku uyandırmaz mı?
Uyandırır.
Bir şaibeye sebep olacaksa etme tayin?
Ya da ettin, o zaman şaibeyi normal karşıla.
Durum bu ikisinden de fazla.
Yargının yönlendirilmesini normal karşılayacak, bundan arlanmayacak bir seviyeye geldik.
İçişleri bakanı Soylu İmamoğlu’na “Ahmak” demiş.
İmamoğlu da misliyle mukabele etmiş.
“Hayır, İmamoğlu YSK üyelerini kastetti.”
Ama YSK üyeleri şikayetçi olmamış. Ayrıca İmamoğlu Soylu’ya cevap verdim diyor.
Onun ne dediği önemli değil.
Benim ne istediğim önemli.
Demek aynı yoldan gitmeye kararlıyız.
Daha önce de yazmıştım, Hadis’teki gibi:
“Sizden öncekilerin geleneklerine kılı kılına uyacaksınız. Öyle ki, onlar keler deliğine girse siz de oraya gireceksiniz.”
Keler?
Kertenkele.