Sınanmadan önce güzeldik. Bir ümidimiz vardı. Biz iyiydik, biz doğruyduk, biz ahlaklıydık, dürüsttük, elimiz, yüzümüz temizdi, kafamız, kalbimiz temizdi.
Sınandık, kaybettik.
Evvelce söylediğimiz, şu anda söylemek isteyip de yüzümüz olmadığı için söylemekte güçlük çektiğimiz, ileride de söylemeye aday olduğumuz sözlerin hepsini kendi fiillerimizle tekzip ettik.
İddialarımız öldü.
Ya da, ölmedi ama bizim elimizden çıktı, yani bizim iddiamız olmaktan.
Diye düşünüyordum. Ara sıra yazıyordum da...
Gördüğünüz gibi, karamsar bir ruh haleti.
“Susmak elbette zehirlidir
Ve rahatlık getirir yazıklanmak da”
Diyor ya İsmet Özel ‘Propaganda’ şiirinde.
Doğrudur bir yere kadar. Bazıları böyle rahatlar.
Eleştiri (veya özeleştiri) her zaman bir ‘rahatlama’ yöntemi değildir.
Bazen de başa dert alma yöntemidir.
En azından benim kişisel tecrübem böyle.
İyiyiz, harikayız, maşallah diyerek mutlu olmak mümkün tabii. Nitekim bu metodu tercih edenler hayli kalabalık görünüyor.
Geçenlerde, Birikim’de Doğancan Özsel’in iki makalesini okudum.
Biri “Devlet Destekli Bir Ölü Diriltme Ayini: İslami Rönesans Çabaları.”
Biri de “İslami Rönesans Çabalarının Jeopolitiği.”
Özsel, “Geçen on altı yılda kurulamayan kültürel hegemonyayı tesis etmek rejimin kızıl elmalarından birisi. Erdoğan konuşmalarında sıklıkla bu konuya dikkat çekerek kendi tabanına kültürel alanda muktedir olma çağrıları yapıyor” cümleleriyle başlamış makalesine.
İhsan Fazıloğlu ve Halil İbrahim Üçer gibi entelektüellerin üniversitelerin ve belediyelerin düzenlediği sempozyumlara, muteber vakıfların toplantılarına, TRT ve diğer yayın organlarının programlarına katılarak bu çağrılara cevap verdiklerini söylüyor.
Devam ediyor Özsel:
“İslamcı entelektüellerin sözünü ettiğimiz hummalı çalışmalarında da kültürel hegemonya kurabilmek amacıyla böyle bir rönesansı tetikleme çabası saklı.”
‘Doğancan Özsel benden birkaç adım ileride’ diye düşündüm, yazıları okuyunca.
Hatta ‘ben çok mu karamsarım’ diye kendimi de sorguladım.
Benim görmediğim bir şey görmüş. Gördüğü şeye bir önem atfetmiş, tartışıyor, eleştiriyor Özsel.
Avrupa’daki rönesansın nasıl oluştuğunu özetledikten sonra iki soru soruyor.
“İslam Düşünce tarihinin metinlerine geri dönmeye çabalayan Türkiye’deki İslamcı entelektüeller de bireyin insan olmak bakımından sahip olduğu yaratıcı potansiyeli baskılamayacak böylesi bir yeni söz üretebilirler mi? Bir çıkmazda olduğunu iddia ettikleri ‘Batı düşüncesi’ karşısında, siyasal olanı idari olan ile ikame etmeyecek, Batı siyasallığına alternatif olup onu aşacak bir kavrayış ortaya koyabilirler mi?”
Bunlar doğru sorular.
Üzerinde düşünülmeye değer.
Fakat benim takıldığım yer orası değil.
Türkiye’de bir ‘İslami Rönesans’ çabası mı var gerçekten?
Hem de devletin desteklediği?
Evvela belirteyim, yazıda adı geçen entelektüellerin yazıp çizdiklerinde bir sorun görmüyorum.
Özsel’in temas ettiği gibi eski kelimeleri kullanmalarında, eski felsefi metinleri yeniden okumalarında, yazmalarında da bir sorun görmüyorum.
Sorun görmek bir yana, faydalı buluyorum.
Fakat bu çabaların ‘İslami rönesans’ gibi bir amaca yönelik olmasına ihtimal vermiyorum.
Bu insanlar, kendi akademik alanlarında yazılar yazıyorlar, konferanslar veriyorlar.
Belediyelerin veya üniversitelerin bu faaliyetlere zemin hazırlamaları yaptıkları bazı lüzumsuz işlerden iyidir.
Hepsi o kadar.
Bir ‘yeniden doğuş’ veya ‘yeniden’i böşverelim, ‘doğuş’ eski veya yeni felsefi, kelami, fıkhi metinlerle mi olacak?
Veya belediye programlarıyla, belediyelerin bastığı kitaplarla, televizyon ekranlarındaki kimin ne dediği belli olmayan tartışmalarla mı?
Eskiyle irtibatın olur, ama senin yeni olman lazım.
Eskiyi de yeniyi de sorgulayabilmen.
Sonunda tamamen yeni bir cevap üretebilmen.
Hatta o cevabı yaşaman.
Yaşamak kiiim, biz kim?
Bambaşka bir yerdeyiz şimdi.
Son tecrübemizle üzerine her hangi bir şey -istersen Rönesans- inşa edebileceğimiz zemini kaybettik.