Öteki’ diye bir şey vardır. Gerçektir.
Nasıl ‘ben’den kaçınamıyorsak, ‘öteki’den de kaçınamayız.
Çok yüksek bir ‘terbiye’ gerekir, ‘ben’in sebep olduğu yanılsamadan kurtulmak için.
‘Terbiye’ yükseldikçe ‘ben’in bizi düşürdüğü şapşallıklar azalır.
Bilmiyorum ‘sıfır’a iner mi ‘ego’? Ben hiç rastlamadım.
‘Ben’ derken birdenbire ‘ego’ya geçtim. Neden acaba?
Çünkü ‘ego’ da ‘ben’dir. Fakat ‘ben’e kıyamadığımız için, biraz daha kabarmış bir ‘ben’den bahsederken ‘ego’ deriz.
Halbuki, ikisi aynıdır. İkisi de kabarıktır.
Bir başka ‘kabarık’ şey: ‘Nefis.’ (Nefs.)
Bazı sufi metinlerinde ‘nefs’ ‘ben’in dışına çıkarılıp, (şehvet, heva, heves gibi kelimelerin eşliğinde) ‘Şeytan’ın mesai arkadaşı olan bir ‘üçüncü şahıs’a dönüştürülür. Bu gerçekliğin bir veçhesidir. Fakat eksiktir.
‘Nefs’ birinci şahıstır.
Birinci tekil şahıs: Ben.
Bir yanlışı kendimiz yaptığımızda bizi mazur gören, başkası yaptığında mazur görmeyen şeydir ‘ben.’
Başkasının zevzekliği, başkasının salaklığı, başkasının haksızlığı, başkasının zulmü, başkasının ihaneti, başkasının demagojisi, başkasının sapıklığı, başkasının vahşeti...
Biz iyiyiz ama, değil mi?
Siyasette de var bu, ticarette de...
Bunları adet yerini bulsun diye söylemiyorum. Hepimiz az çok böyleyiz. ‘Ben öyle değilim’ diyenler başta olmak üzere.
Birinci çoğul şahıs ‘ben’in bir başka çeşididir.
‘Ben’i nasıl ağzımızı doldura doldura söylüyorsak, ‘biz’i de öyle keyifle, şişinerek söyleriz.
‘Ben’in de ‘biz’in de ‘öteki’si vardır.
Bizim takımı tutmayanlar, öteki. Bizim partiyi tutmayanlar, öteki.
Türk olmayanlar, laik olmayanlar, Müslüman olmayanlar, öteki.
Bizim gazeteyi okumayanlar öteki. Behzat Ç.’yi veya Ertuğrul’u seyretmeyenler öteki.
Türkler veya Kürtler veya Araplar öteki.
Sünniler veya Şiiler veya Aleviler öteki.
‘Ben’in sebep olduğu ‘yanılsama’dan kurtulmak için nasıl yüksek bir terbiye gerekiyorsa, ‘öteki’yle sınavımızı başarmak için de öyle yüksek bir terbiye gerekir.
Bütün insanların aynı aşkınlık düzeyine gelmesi, teoride mümkünse de pratikte hiç tecrübe edilmemiştir.
Ne yapacağız o zaman?
‘Öteki’ni ‘öteki’ olarak kabul etmekte anlaşalım.
O da bizi kendi ötekisi olarak kabul etsin.
Beraber var olalım.
Birbirimizin hakkını hukukunu gözetelim.
Bu mümkün mü?
Mümkün.
Allah’ın cömertliğine bak, hepimize rızık veriyor.
Başka türlü ikna edemiyorsan kendini, ‘Allah’ın hatırı için’ de ve kabul et.
Hoşuna gidiyorsa, insanlık onuru falan de.
Hiç biri cazip gelmiyorsa ‘estetik’ diye bir şey var. ‘Öteki’nin ‘öteki’liğine saygı duymak güzeldir.
En yeni ‘öteki’miz, Suriyeliler.
İtiraf edeyim, ben Suriyeliler’i ‘öteki’ olarak görmedim.
Suriyeliler’i ‘öteki’ olarak görenleri ‘öteki’ olarak görmeye daha yatkınım.
Suriyeliler, benim lügatimde ‘biz’dir.
Ya şu ‘sefil’ lügat?
“Biz Suriyelilere ekmek veriyoruz, yediriyoruz, içiriyoruz.”
Sen biraz zor yedirirsin. Razzak-ı alem Allahu Teala’dır. Seni de Suriyeliler’i de O yedirip içiriyor.
“Ama Suriyeliler Suriye’den geldi.”
Erciyes Dağı mısın sen? Konya Ovası mı? Sen buraya bir yerden gelmedin mi?
“Suriyeliler suç işliyor.”
Biz de suç işliyoruz?
“Gelmişler Türkiye’ye bir de çocuk yapıyorlar!”
Bu edepsizce lafların hepsini işittim.
Sokakta da işittim, radyo programlarında da işittim.
Hele sosyal medyada, kıyamet gibi!
Ümitsizdim.
Geçen hafta, bir Suriyeli hanımın ve kucağındaki bebeğinin ve karnındaki bebeğinin başına gelenler daha da arttırdı ümitsizliğimi.
İnsan, ne kadar alçalabiliyor? Ne kadar çirkinleşebiliyor?
Kötülükten nefret etseniz bile... Kötülüğün vaki olması, yaralanmanıza, kirlenmiş hissetmenize yetiyor.
Çok utandım.
‘Bu sefil öteki lügati katillere bir kolaylık sağlamış mıdır’ diye bile düşündüm.
Sakaryalılar sahip çıktı mazlumların cenazelerine.
Diyanet İşleri Başkanı da, içtenliğiyle, vicdanlara tercüman oldu.
Demek ki onlar da utanmış.
Bundan bir ‘teselli’ çıkmaz. Çıkmasın zaten.
İbret çıksın, çıkacaksa. Kalbimizi, lisanımızı ıslah etmeyi düşünmemize yarayacak bir ibret.
Çünkü, bütün nefret söylemleri ile bu kötülükler arasında akrabalık var.