Muhammed İkbal’le bir türlü hemhal olamadım.
Biraz kendi tembelliğimden. Birkaç kitabını okumaya teşebbüs ettim. Hatta “İslamda Dini Düşüncenin Yeniden İnşası”nı epeyce okudum.
Bu, modern çağda bir ‘İslam düşüncesi’ inşa etmeye matuf sayıları pek az olan fikri çalışmalar arasında çok önemli bir yer tutuyor.
Zihnimde en çok ‘din ve devletin, İslam’da aynı gerçekliğin iki ayrı veçhesini oluşturduğunu’ söylediği kalmış.
Uğraşsam, bunlara birkaç nokta daha ilave edebilirim.
Hep söylenegelen birkaç başka şey de söyleyebilirim.
İkbal’in İstiklal Harbi’ne destek olmak için Hindistan’da çok çabaladığını, Hindistan Müslümanları tarafından Türkiye’ye gönderilen 1,5 milyon Sterlin’in toplanmasında çok emeği geçtiğini... Bizim bu parayla İş Bankası’nı kurduğumuzu...
Büyük şairimiz Mehmet Akif’le birbirlerinden haberdar olduklarını, ikisinin de ayrı ülkelerde benzer bir mücahede içinde bulunduklarını...
Hatta Cumhuriyet’in kuruluşunu yeni bir İslami uyanış hamlesi olarak yorumladığını... Ama sonraları işlerin onun tasavvur ettiği yönde gitmediğini gördüğünü...
Geçenlerde İkbal’in bir şiir kitabı geçti elime. “Hareket Zili.” Hece Yayınları. Çeviri Celal Soydan.
Sağda solda alıntılanan birkaç mısra dışında şiir okumamıştım İkbal’den. Baktım, şiirlerinden yola çıktığımda İkbal’in dünyasına daha çok yaklaşabiliyorum.
Mesela, kitaptaki ilk şiir, Himalaya.
“Gökyüzü eğilerek öpmektedir alnını/Musa sadece bir pırıltı görmüş Tur-i Sina’da/Sen, gören göz için tecellisin baştan ayağa”
Düşünüyorum da... Yakınında Himalaya gibi bir dağın olması, şair olmak için geçerli sebeptir.
Mum, pervane, aşk, gül, gülistan, Rumi... Eski şiirle şimdiki şiir arasında bir yerde. Ama Yahya Kemal gibi değil. Kökleri daha derinde.
‘Solgun gül’e hitap ederken Rumi’ye de bir selam veriyor.
“Bendeki perişanlığın küçük bir resmisin sen/Hayatım bir rüyaydı onun tabirisin sen/Öyleyse ben de ney gibi sazlığımın hikayesini söylerim/Dinle ey gül! Ben de ayrılıktan şikayet ederim."
Eski şiirin formları duruyor. Sayısız gazel. Ama başka bir derdi var İkbal’in.
“İkbal her nefesin ahla doludur/Yanık sinen feryatla doludur/Galiba Leyla senin tahtırevanında yok/Kulağın eski bir şarkının sesini arıyor”
‘Şanlı mazi’ İkbal’i de heyecanlandırıyor. Güç alıyor ondan.
“Doğrudur, gözümü geçmişe çevirdim ben/Maziyi anmak toprağımın iksiridir/Benim mazim geleceğimin tefsiridir.”
Peygamberimiz’in temiz Ravza’sından bir hatırası var.
“Dünya bahçesinden bir ıtırla geldin/Bize dünyadan ne hediyeyle geldin?” diye soruyor Peygamberimiz.
“Efendimiz! Dünyada rahat yok/Aranan hayat, burada yok/Binlerce lale ve gül var hayat bahçesinde/İçlerinde vefa kokan bir tomurcuk yok/Ama size sunmak için bir şişe getirdim/Onun içindeki şey cennette bile yok”
“Ümmetinin şerefi parlamaktadır onda/Trablus şehitlerinin kanı vardır onda”
Bu şiirin, Çanakkale Savaşı sırasında Hindistan’da kalabalık bir cemaate hitaben İkbal tarafından okunduğunu bir yerlerde okudum.
Son mısrada Trablus yerine Çanakkale şehitleri ibaresi geçiyor.
Bir yakıştırma mıdır yoksa İkbal şiirini aktüaliteye uyarlayarak ‘Çanakkale’ mi demiştir bilemem.
Hani Mehmet Akif’in sitemkar bir şiiri vardır.
“Ya Rab bu uğursuz gecenin yok mu sabahı” diye başlayan.
“Nur istiyoruz sen bize yangın veriyorsun/Yandık diyoruz, boğmaya kan gönderiyorsun!”
İkbal’in de, Akif’inkinden daha şiddetli bir ‘Şikayet’i var.
“Puthanede putlar diyor ki Müslümanlar çıkıp gitti/Küfür sinsice gülmekte önemsemiyor musun?/Tevhidinin istikbalini hiç düşünmüyor musun?/Asıl kahreden onlara bu dünyada saray ve huri/Çaresiz Müslümanlara ise bir tek huri vaadi/Bize artık lütfun kalmadı inayetin kalmadı/Ne oldu sana eskisi gibi mükafatın kalmadı!”
Şikayetle yetinmiyor İkbal. ‘Şikayete Cevap’ı da şiirleştiriyor.
“Biz rahmete hazırız! Ancak isteyen yok/Kime yol gösterelim o yolda yürüyen yok/Kolunda güç tükendi yüreğini ilhad kapladı/Peygamber’in ümmetiyle övünecek neyi kaldı?/Put kırıcılar göçtü, etrafı put yontucular aldı/Baba İbrahim idi, oğulları Azerlikte nam saldı”
İkbal’e şiirinden yaklaşmak işimi kolaylaştırdı. Şimdi yeniden nesrine yönelebilirim.