Haiku’lardan yana şanslıyım. (Şanslıyım demek caiz mi?)
Babamların İstanbul İmam-Hatip’ten Fransızca öğretmeni Levent Sami Akalın ‘Japon Şiiri’ kitabı basılınca sınıfta kura çekmiş. Kura kime çıkarsa kitabı o öğrenciye hediye edecekmiş.
Kura babama çıkmış. İşte o zamandan itibaren bizim evde bu ‘Japon Şiiri’ kitabı vardı.
Bu sayede ben daha ilköğrenim çağımda Japon Şiiri’nden ve bilhassa Haiku’lardan haberdar oldum.
Daha o zaman sevdim Haiku’ları.
“Gül fidanında
Gül açıyor
Başka ne açacaktı ki?”
Bakın, unutmamışım.”
Bir de şu:
“Dolunay’a
Bir sap takılsa
Ne güzel yelpaze olurdu”
Japon şiirinde dolunaylar gerçekten çok belirgin.
‘Krizantem’i kelimesine ilk o kitapta rastladım. Bizim gülü sevdiğimiz gibi onlar da krizantemi seviyor diye düşündüm. Hiç görmeden, nasıl bir çiçek olduğunu hayal ettim.
Sonra krizantemin kasımpatı olduğunu öğrendim. Doğrusu benim hayalimde canlanan da ortanca ile kasımpatı arasında bir çiçekti. Yalnız renkleri kızıldı. Oysa kasımpatının renkleri muhtelif.
Cevdet Karal’ın ‘Sevgililer ve Bir Daha Sevmeyecekler İçin Küçük Şiirler ve Diğerleri’ kitabını okurken (Everest) “Aaa! Haiku” dedim.
“Kapının önünde bir çift
Ayakkabı
Duruşlarından anlıyorum
İsteksiz geldiğini”
Tamam, Haiku’dan bir fazlası. Çünkü, eğer biraz düşünürsen uzun, birkaç kısımdan oluşan bir hikaye var içinde.
Ama, “Pencereleri açık unutmuşuz/Kaynamış süt kokusu geliyor aydan” veya “Kısa şiir yazmak/Senin yüzüne uzun süre/Bakmaya güç yetirememek tıpkı” Haiku değil mi?
Hemen hemen.
Cevdet Karal’ın bu kitaptaki şiirlerine bakıp “Aaa! Haiku” demek dünyanın en kolay işlerinden biri.
Başka bir şeyi daha çağrıştırdı bana okuduklarım.
“Gücü bir bana mı yetiyor güzelliğinin
Karşıma çıksan, ölebilirim”
“Seni gösteren boy aynası/Sen çıktıktan sonra da/Birkaç saniye/Süslü kaldı”
“Dün buradan geçen bulutun/Gittiği yeri sormaya gelmiştim/Anla artık”
Böyle küçük şiirler. (‘Küçük şiirler’ Cevdet Karal’ın adlandırması.)
Bunlar eski şiirimizdeki beyitlere götürdü beni.
“Güllü diba giymişsin amma korkarım azar ider
Nazeninim saye-i har-i gül-i diba seni” (Nedim)
“Came-hab aldıkça ol afeti tenha koynuna
Sanuram ebrin girer mah-ı şeb-ara koynuna” (Baki)
Gibi beyitler.
Küçük küçük resimler, küçük küçük nükteler içeren beyitler.
Küçük küçük resimler çiziyor Cevdet Karal.
Kalemle çizilemeyecek, ancak şiirle çizilebilecek resimler.
Ruhunuzla paylaşabildiğiniz zaman, hissedebildiğiniz zaman sizi heyecanlandırabilecek resimler.
Mesela şuna bakın:
“Değiştirdin mi yoksa/Gittikten sonra ben/Kapının kilidini”
“Giremiyorum/O çok sevdiğin/Sözlerle içeri”
Karal, şiirleriyle Haikular arasındaki farkı kendisi yazmış.
“İnzivaya çekilip/Doğada arındıktan sonra/İçgörüyle yazarmış/Haiku şairleri”
“Benim tuttuğum yol başka/Bilincin bahçesindeki/Kuyuya kova sarkıtıp/Suyla çıkarır gibi/Dipte birikmiş görüntüleri/Kuyuya düşmüş yüzleri”
Cevdet Karal’ın şiirini önemsiyorum. Uyutmuyor şiirini, diri tutuyor. Peşini bırakmıyor, şiiriyle birlikte gidiyor.
Dünyadan kopmuyor. “Alışveriş Listesi” öyle bir şeydi mesela, hayatın ta ortasından.
Ümitleniyorum. Belki bu küçük küçük, ama güzel resimler Cevdet’in şiirinde yeni bir aşamanın alametleridir.
Şiirin bir şey söylemesi lazım diye düşünüyorum.
Söylemiyor mu? Söylüyor.
Tamam da, içinden söylüyor, içine doğru söylüyor, ruhumuzu ona açtığımız zaman içimize doğru söylüyor.
Bu kadarı için de şairlere müteşekkiriz.
Fakat, bu haliyle, hayatın dışında tutulabiliyor, üstü kapatılıp bütün aleladeliğiyle, kabalığıyla, yavşaklığıyla, hatta kirliliğiyle devam edebiliyor hayat, şiirin gözü önünde. Oysa şiirin hayatı tutması, kavraması, hatta sarsması lazım.
Belki de tokatlaması...
Nasıl bir dille söylenir bu? Ben ne bileyim?
Bu dili bulsa ve söylese... Böylece hayatta daha çok şiir olsa...
Daha iyi olmaz mı?