Hatta yüz bulursa tam ilah!

Yusuf Ziya Cömert

Emrah Safa Gürkan’ın ‘Sultan’ın Casusları’ ve ‘Sultan’ın Korsanları’ adlı iki kitabı orta ve yakınçağda Akdeniz’de insanların nelerle uğraştığını anlamamıza yardım edebilir.

Dünya kadar kitap var Akdeniz’i anlatan, niye bu ikisi?

Bugün bu ikisi hatırıma geldi, başka zaman da Braudel’i ve Cervantes’i söylerim.

Birkaç hafta önce okuyup bitirdiğim Osmanlı’da Bir Köle de çok güzel anlatıyor. (Kitap Yayınevi.)

“Kadırgaların gelişinden kısa bir süre sonra efendim (Şövalye Mösyö dö Chamesson) beni yanına çağırdı, bana iyi bir cins tüfek verdi ve tasarladığı yolculuk sırasında ihtiyacım olabilecek başka eşyalar da hediye etti. Birlikte Malta şövalyelerinden Dük d’Aumale’a ait kadırgaya bindik ve adadan 40 Alman mili mesafede bulunan Afrika’ya doğru yola çıktık.”

1585 Mayıs’ında gemilere doluşup yola çıkıyorlar.

Kahramanımız Bretten’li Herberer’in bu yolculuğun sonunda Osmanlı’ya esir düşüyor. Patronları Mehmet Bey. (Hangi Mehmet’se.) Damat İbrahim Paşa’nın Mısır valiliği döneminde esir düşmüşler.

Satır aralarında sürpriz bilgiler.

“Burada (Nil kıyısındaki köylerde ve şehirlerde) tavuk, ördek ve kazları bizim ülkemizden çok farklı bir yöntemle yetiştiriyorlar. Özel olarak hazırlanmış fırınlarda binlerce yumurtadan yavru çıkardıklarına birçok kez tanık oldum. Bizim ülkemizde böyle bir şey düşünülemez.”

Küçük bir araştırma yaptım. Heberer’in anlattığı yöntem Mısır’da beş bin yıl önce uygulanmaya başlanmış. Osmanlı Kahire’sinde de çok sayıda kuluçka fırını bulunuyormuş. Bir defada 8 bin civcivi yumurtadan çıkaracak kapasitede fırınlar varmış.

Köle köleye kötülük yapar mı?

Yapar.

Bazen efendisinin emriyle, bazen kendi kötülüğünden.

“Gardiyanlardan biri elinde bir torbayla sıraların arasından geçip her küreğin başında oturan dört kişiye (bir küreği dört kişi çikiyor) aralarında bölüşmeleri için iki pfund (1 kilo) peksimeti tartarak dağıttı. Benim bulunduğu kürekteki iki Arap peksimetlerin içindeki en sağlamlarını seçtiler, farelerin ve kurtların kemirdiği artıkları bana ve arkadaşıma verdiler. Oturak yerimizin altında iki küçük fıçı dolusu su vardı. Araplardan biri o fıçılardan tahta bir çanağa su doldurdu, arkadaşına da verdi. İkisi kana kana içtiler, sonra çanağın içinde kara suratlarını yıkadılar, geriye kalan tortulu suyu da bize uzattılar. Buna razı olmaktan başka çaremiz yoktu.”

(Hayır, burada kimseye ‘kötü’ deme hevesinde değilim. Hepimiz biliyoruz ki her milletin iyisi, kötüsü var. Bizim ülkemizde gelirin yarısını nüfusun yüzde 20’sine iyiler mi dağıtıyor? Yolsuzluk teknolojilerinde bizi muasır medeniyet seviyesine iyiler mi çıkarıyor-

Bir sürpriz daha. Şu bizim Kalenderiler.

“Türklerin bir dini bayram günü zindanımızın ön avlusuna bir Arap vaiz geldi. Adam hemen hemen çıplaktı, sadece kasık bölgesine bir paçavra dolamıştı. Saç ve sakalını kazıtmıştı. Bir takım garip hareketler yaptığından biz Hristiyanlar onun anadan doğma deli veya akıldan yoksun biri olduğunu sandık. Ama Araplar ona bir peygambermiş gibi davrandılar, üzerindeki paçavraları öpmekten büyük mutluluk duydukları anlaşılıyordu. Gardiyanlarımız bu adamın hep doğada yaşadığını senede üç veya dört kere insanların arasına karıştığını (…) anlattılar. Söylediklerine göre sadece otlarla köklerle beslenirmiş, ağzına ekmek, et, balık ve diğer insanların yediği yemeklerden koymazmış.”

Adam vejetaryen bile değil. Vegan. Belki de yogi.

(Ayrıntılı bilgi için Ahmet Yaşar Ocak Hoca’ya müracaat.)

İyiliğin de kötülüğün de milli olmadığına bir misal daha.

“Hisarları geçip açık denize (Ege’ye) çıktığımızda hiç rüzgâr esmiyordu. Bu yüzden kürek çekmek zorunda kaldık. Çoğumuz açlıktan ve üzüntüden halsiz düştüğümüz için yavaş ilerliyorduk. Patronumuz buna çık kızdı, kadırganın reisini yanına çağırdı, forsaları kamçılatarak küreklere daha büyük bir gayretle asılmalarını sağlamasını emretti. Reis patrona yanıt olarak forsaların ellerinden geleni yaptıklarını ama yeterince beslenemedikleri için onları daha fazla zorlayamayacağını, onlara dayak değil ekmek vermek gerektiğini söyleyerek bizleri savundu. Bunun üzerine patron daha da öfkelendi, bizim onun malı olduğumuzu, kırbaçlatmaktan kaçınmamasını, aramızda dayakla bile iş gördüremediği köpekler varsa onları denize atmasını, kendi malına istediğini yapabileceğini söyledi. Bu sert ve insanlıktan yoksun sözler aslında kendisi de Türk olan reisimize öyle dokundu ki patronumuza karşı geldi, kölelerin birer insan olduğunu, eğer bu davranış işine gelmiyorsa kendine istediği şekilde davranacak başka birisini bulmasını söyledi, sonra da bize komut verdiği asasını patronun önüne atarak görevinden istifa etti.”

Bir tür var. İnsanları kendi malı olarak görebiliyor. Bir nevi yarı ilah. Hatta yüz bulursa tam ilah!

Bu derece evrensel ve çağlar üstü.

Ayrıca, köle insan mıdır, mal mıdır? İnsanın onuruyla bağdaşır mı? İslam’Ehil biri bunu tartışsa iyi olur.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (31)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.