Geçen hafta Uygur Akademisi Başkan Vekili Dr. Mağfiret Kemal Yunusoğlu’ndan bir davet aldım. “Doğu Türkistan’daki toplama kampları ve Uygur aydınlarının akıbeti” konulu bir istişare toplantısı düzenlenecekti. Katılmaya çalışacağımı söyledim.
Gittiğimde program başlamıştı. Kahramanlıklara, özgürlüğe, şanlı tarihe dair sözlerin yer aldığı bir marş söyleniyordu ben girerken. Herkes ayaktaydı. Muhtemelen Uygur milli marşıydı söylenen.
Katılımcıların büyük çoğunluğu Doğu Türkistan kökenli akademisyenlerdi.
Konuşmalar başlarken sorma ihtiyacı hissettim. Çünkü salonda ben dahil toplam üç gazeteci vardı.
Diğer iki arkadaş, Gerçek Hayat’tan ve Haber Vaktim’den gelmişti.
“Çağırdınız mı gazetecileri?”
Mağfiret Bey, “Çağırdık” dedi.
“Kaç kişi çağırdınız?”
“40 kişi.”
“O halde” dedim, “Bu toplantıdan çıkacak manşetlerden birisi, Türk medyasının Doğu Türkistan meselesine duyarsız kaldığıdır.”
Programda, komünist rejimin son iki yılda gözaltına aldığı, tutukladığı ya da hapsettiği akademisyenler, doktorlar, sanatçılar, şair ve ediplerle ilgili bilgi verildi.
Ellerinde 270 kişilik bir liste var.
BM raporlarına göre bir milyon Doğu Türkistanlı’nın toplama kamplarında tutulduğunu, ancak bu sayının bugün iki milyonu bulmuş olabileceğini söylediler.
Çin anayasası Uygurların hukukunu teminat altına alıyor.
Yazıları, dilleri, kendi dillerinde eğitim hakları var.
Fakat bu uygulanmıyor.
Aslında, burada oluşan talep, rejimin, Çin anayasasının teminat altına aldığı insan haklarını ihlal etmemesi.
Çin’in, kendi anayasasına uygun davranması.
***
Uygurların yazısı bizim Osmanlı yazısına benziyor. Uygur Akademisi’ndeki arkadaşların söylediklerine göre bu yazı tedricen yasaklanıyor. Önce eğitimde, sonra diğer alanlarda.
Tarih de verdiler. 1 Eylül 2017’den itibaren Uygur Türkçesi yasak.
Cami duvarına asılmış “Partiyi sev, ülkeni sev, Çin’i sev” yazıları gösterdiler.
Mihraplara asılı Çin bayrakları gösterdiler.
Sakal, takke, başörtüsü gibi kimliği aşikar eden tezahürlerin önce ‘kamusal alan’da sonra her yerde yasaklandığı söylediler.
Tabii böyle şeyler bizde 28 Şubat çağrışımı yapıyor.
Uygurları asimile etmek için dayatılan çapraz evliliklerden söz ettiler.
Uygur gelin-Çinli damat veya Çinli gelin-Uygur damat.
Bu zoraki evlilikler sebebiyle intihar edenler olduğunu anlattılar.
Bizim kafamızdaki şablon Uygur kızla Çinli erkeğin evlendirilmesini asimilasyonun amacına uygun buluyor. Tersi de oluyor mu gerçekten?
Fiziksel olarak farklı oldukları için Çinli kızlar hoşlanıyormuş Uygur erkeklerden.
Doğu Türkistan’da Krematoryum, yani ceset yakma fırınları yaygınlaşıyormuş.
İslam’a uygun defin uygulaması hızla azalıyormuş.
***
Şu da önemli.
“Gözaltında veya hapiste ölenlerin cesetlerinin ailelerine verilmiyor, işkence izleri görülmesin diye otopsi bile yapılmadan yakılıyor.”
Bir de korkunç ‘helal organ’ gerçeği.
Organ ticareti de çok yaygın. Bilhassa petrol zengini bölgelerden büyük talep var ve maalesef Türkistan’dan temin edilen organlar için ‘Helal Organ’ yakıştırması yapılıyormuş.
Neden?
Çünkü Doğu Türkistanlılar Müslüman.
Bu nasıl bir utanmazlıktır!
İhtiyaç duyulan organın 1 saat içinde temin edildiği tek ülke olarak şöhret bulmuş Doğu Türkistan.
Bunları anlatıyorlar ve ekliyorlar.
“Türk dünyasının, İslam dünyasının sessizliği bizleri yaralıyor.”
“Doğu Türkistan’a gidip gezip gelenlerin, geldikten sonra da ‘her şey yolunda’ diyenlerin sözleri bizi üzüyor.”
Türkiye’nin bir şeyler yapmasını umuyorlar. Veya hiç olmazsa İslam İşbirliği Teşkilatı’nın...
İnsan hakları konusunda, Çin Anayasası’nın garanti altına aldığı haklar konusunda nazik açıklamalar bile faydalı olabilir.
Toplantı süresince en baskın gerçek, Doğu Türkistan’ın yalnızlığıydı.
Biz, işte böyle uyduruk bir İslam dünyasıyız.
Bari kendilerini ‘milliyetçi’ diye tanımlayanlar alaka gösterseydi Doğu Türkistan’a.
Nerdee!
Bizim milliyetçiler de tatlısu milliyetçisi.
Hamasiyiz, fakat sıkıya gelmeyiz.
Ecmain!