‘Hacı Descartes’ der miydik?

Yusuf Ziya Cömert

Düşünmek, en çok insana yakışan, an çok insanla bağdaşan bir eylem. İnsanla yaşıt olması akla yakın.

Düşünme olmayınca bir insandan söz edemeyiz.

İnsanlar, az veya çok, eksik veya fazla, doğru veya yanlış, bir şekilde düşünüyor.

Peygamberler, şairler, filozoflar, bilim adamları, sıradan insanlar.

İyiler ve kötüler, hepsi binyıllardır düşünüyordu.

Descartes, “Düşünüyorum, öyleyse varım” demekle ne yapmış oldu?

Bir bakıma düşünmeyi yeniden keşfetmiş oldu.

Yanı sıra, insanı ‘düşünme’ eylemiyle birlikte yeniden tanımlamış oldu.

Doğru mu tanımladı? Kimine göre doğru, kimine göre yanlış, kimine göre eksik.

Önemli mi?

Önemli.

Önemli bir şey daha var. Bu keşfin arkasındaki emek.

Hayatın tamamını dolduran fikir işçiliği.

Hem de Engizisyon’un Avrupa sokaklarında yakacak adam aradığı bir dönemde.

Desmond M. Clarke’ın yazdığı ‘Descartes’ biyografisini okurken (Ve diğer filozofların hayatıyla ilgili okurken) beni çeken bu düşünürlerin ne bulduklarından çok nasıl, hangi yoğunlukta çalıştıklarıydı.

Descartes, evinin bir köşesinde oturup, aylarca, yıllarca kara kara düşünmüş müdür?

Hayır. Gözlersin, incelersin, denersin, okursun…

Mesela, Amsterdam’da anatomi üzerine çalıştığı kış mevsiminde “Neredeyse her gün” kasabın dükkanına gidip hayvanların nasıl öldüğünü izliyor. Boş zamanlarında kesip incelemek istediği parçaları alıp eve götürüyor.

Ceninle anne arasındaki fiziksel bağı anlamak için uzun zaman kesilen yüklü hayvanları inceliyor.
İnsanı da inceliyor, uzayı da.

Optik alanında çalışmalarına hayran olduğu bir dostuna bir mercek bileme makinası yaptırtmaya çalışıyor. Ona, “Eğer makine çalışırsa ayda hayvanların olup olmadığını göreceğimizi ummaya bile cüret edebilirim” diye yazdı.

O dönemde yapılan bazı robotumsu makineler dikkatini çekti.

Descartes de uzun yıllar ruh, beden ve zihin ilişkisi üzerinde çalışıyor, insanı insan yapan şeyin zihin olduğu üzerinde duruyordu.

Ruhun Tutkuları’nda (Say Yayınları) kan dolaşımını anlattığı bölümler o çalışmasının bir parçasını oluşturuyor.

Çok ayrıntılı bir tasvir. Kalbin kapakçıkları, toplardamarlar, atardamarlar, kanın izlediği yol… Hepsini anlatıyor.

Tekrara gerek yok. Benim dikkatimi çeken şurası:

“Tüm duyular gibi kasların bütün bu hareketleri de sinirlere bağlıdır. Bu sinirler ise hepsi beyinden gelen küçük iplikçiklere ya da küçük borucuklara benzerler ve tıpkı beyin gibi can ruhları denen bir tür hava ya da çok ince bir yel içerirler.”

“Can ruhları” dediği şey ne olabilir?

Oldukça emin konuşuyor Descartes.

“Burada en dikkate değer olan şey sıcaklığın kalpte seyrekleştirdiği kanın en canlı ve en ince parçalarının durmadan büyük miktarlarda beynin kovuklarına girmesidir. (…) İşte kanın bu en ince parçaları can ruhlarını meydana getirir.”

“Can ruhu” dediği şey ruh değil. Arkadaşımız bize vuracakmış gibi elini kaldırdığında, onun bize vurmayacağını bildiğimiz halde çekiliriz ya da gözlerimizi kapatırız. Neden?

“Bedenimizin makinesi öyle oluşturulmuş ki bu elin gözlerimize doğru yaptığı hareket, beynimizde can ruhlarını gözkapaklarını indirmeye yarayan kaslara yönlendiren başka bir harekete yol açar.”

Bilimin bugün geldiği noktanın epey gerisinde bir açıklama. Ama böyle bir şeydir düşünmek.

Descartes’in robotumsu makinelerin hareketlerinin, onların zihni ya da ruhu olduğunu göstermediğini de anlatıyor. Ama bu tür düşünmelerin bugünkü yapay zekâ çalışmalarına ilham verdiğini söyleyenler var.

Descartes’in “Dünya” kitabının ancak ölümünden sonra yayımlanabildiğinden bahsetmiştim.

Bunun sebebi muhtemelen dindar bir Katolik olması. Ya da yakılmaktan, işkence görmekten korkması.

Dostu Mersenne’e şöyle yazıyor bu kararıyla ilgili:

“Bu saptama (yani Galile’nin dünyanın döndüğüne dair görüşü) yanlışsa o zaman benim fiziğimin bütün temellerinin yanlış olduğunu kabul ediyorum. (…) En küçük bir kelimesi bile kilise tarafından onaylanmayan bir tartışmayı yayımlamayı dünyayı verseler istemem.”

Descartes ne kadar dindar?

“1620 Şubat’ında defterlerine (…) kasım sonundan önce Loreto’ya hacca gitmeyi planladığını yazıyordu. Loreto Bakire Meryem’in evinin kutsal topraklardaki asıl yerinden alınarak melekler tarafından buraya taşındığına inanan Hristiyan hacıların geleneksel ziyaret yeriydi. (Cizvit peder Richoemo’nun kitabında) Hacılara gidecekleri yere yayan gitmeleri, günlük yolculukların her adımında dua ve tevbe etmeleri ve Tanrı’dan günahlarının bağışlanmalarını istemeleri öğütleniyordu.”

Descartes’in Loreto’ya gittiğine dair bir bilgi yok. Ama şunu söyleyebiliriz. Hacca gitmeye niyetlenecek kadar dindar.

Eğer gitseydi Hacı Descartes der miydik?

Ben burada konuyu kapatayım. İlgi duyanlar kitaplara müracaat etsin.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (22)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.