Filmi tahmin ettik, sonrasını edemedik

Yusuf Ziya Cömert

Hatırlamaya çalışıyorum. Benim bir Osman Dayım vardı. İstanbul’a gelmişti. Bizde kalıyordu.

O sıralar Üsküdar’da oturuyorduk. Şeyh Mustafa Devati Camii’nin meşrutasında.

Babam o camiin imamlığını yapıyordu. Bir yandan da Bağlarbaşı’ndaki Yüksek İslam Enstütüsü’nde talebeliğini ikmal etmeye çalışıyordu.

Biz üç kardeştik. Ben, Ayşenur, Canan kardeşlerim.

Karşıda, Kocamusta’paşa’da otururken, ilkokul birinci sınıftayken okula bir sinema filmi gelmişti. Kar Kraliçesi. Onu seyretmiştik.

Kocamusta’paşa’da son durakta bir sinema vardı. Bir sınıf arkadaşımla o sinemanın önünden geçtiğimizi, orada Cüneyt Arkın’ın bir filmine ait afişleri gördüğümü hatırlıyorum.

Bir de, evimizin yakınındaki bir caddeden... Bu cadde, Haseki Camii ve Hekimoğlu Ali Paşa İlkokulu’nun önünden geçip Kızılelma’yla kesişen caddedir... Bazen üzerine sinema afişleri yerleştirilmiş el arabalarıyla geçen çığırtkanları hatırlıyorum.

Çığırtkan kelimesi tam isabet midir bilmiyorum.

Bağırırlardı... “Allo alooo, Dikkat! Dikkat! Bu akşam Kocamusta’paşa İstanbul Sineması’nda....” diye başlayıp filmin adını, oyuncularını saydıktan sonra halkı sinemaya davet ederlerdi.

Ama ben, sinemaya ilk kez Osman Dayımla gittim.

Rahmetli biraz haylazdı. Benden 7-8 yaş büyük. Doğancılar yokuşu başlamadan, sol tarafta bir Işık sineması vardı. (Sunar Sineması değil. Sunar yokuşun ortalarında.) Film renkliydi. Adı Funda’ydı. Hülya Koçyiğit’le Kartal Tibet oynuyordu.

(Ah! Birden hatırladım. O sıralar rahmetli Mehmet Ali Amcam’la bizim köyden Rafet Özdin Sunar sinemasının üst tarafındaki sokağın hemen girişinde bir bakkal dükkanı açmışlardı.)

Aynı sinemada Vahi Öz’ün ‘Paydos’ filmini seyrettiğimi hatırlıyorum. Vahi öz yeni ölmüştü. Çığırtkanlar “Vahi Öz’ün son filmi” diye anons ediyordu.

Sonraları gitmediğim sinema kalmadı.

Diyordum ya, biz sinema kuşağıyız.

O zamanlar filmlerde gördüğümüz İstanbul, yaşadığımız İstanbul’du.

Aynı caddeler, aynı eski otomobiller, aynı kıyafetler... Köylüyse bir mintan, bir yamalı pantolon, şehirliyse koyu renk bir takım elbise, ip-ince bir kravat, ip ince bir bıyık...

Sakin bir Beyoğlu, önünden tek tük araba geçen Tarabya sahili, zengin çocuklarının kotralarda eğlendiği pırıl pırıl bir Bebek...

Yoksul mahallelerde ayrı bir güzellik.

Neredeyse Yahya Kemal’in şiirlerindeki Kocamusta’paşa.... Atik Valide...

Eyüp sırtlarından Haliç’e bakan gecekondular... Muhtemelen fabrikaya çalışmaya giden yoksul, veremli bir babanın çilekeş kızı...

Sonra, jönümüzün sevgilisiyle buluştuğu, içinde aşk olan İstanbul filmlerinde çok gördüğümüz, çamlar altında boğaz manzarası.

Birbirlerine söz verirler, ayrılmayacaklar.

Yine, yatağını yorganını denk yapıp Haydarpaşa’da trenden inenler. Dengini sırtlayıp vapurla Karaköy’e geçenler...

O zamanlar, İstanbul’un girişindeki levhalarda nüfus 1,5 milyon civarında görünüyordu.

Yeşilçam filmleri hakkında yaygın bir eleştiri vardı.

“Türk filmi işte! Daha filmin başında sonu belli oluyor.”

Fakat Yılmaz Güney ara sıra ezber bozardı. Başrolünü kendi oynadığı filmlerin sonunda ölürdü.

O zamanlar burun kıvıranlar, şimdi sorsanız, Yeşilçam filmlerini özlemle hatırlarlar.

O filmlerde öğretilen delikanlılığın, yiğitliğin, dürüstlüğün, aşkın, insaniyetin hasretini çekerler.

En çok da o filmlerdeki eski İstanbul’un.

Doğruydu, biz seyrederken sonunu aşağı yukarı tahmin edebiliyorduk eski filmlerin.

Ya sonrasını?

Eski Yeşilçam filmlerinde dağ tepe, çimen, orman olan on binlerce dönümlük yamaçlar, düzlükler tıka basa evlerle ve insanlarla doldu.

Hem de çok fena bir şekilde doldu.

Bir zamanlar tarla olan, dutluk olan tepeler, düzlükler, şimdi Esenler oldu, Bağcılar oldu, Ümraniye, Sultanbeyli oldu.

Yeni açıkladılar. 2018 sonu itibarıyla İstanbul’un nüfusu 15 milyonu geçmiş.

Nüfusun bu denli artması elbette bir planlama sorunudur.

Ama şehrin başıboş, plansız bir şekilde sağlıksız büyümesi daha ciddi bir sorundur.

Hadi biz vatandaş olarak aklımız ermedi, bilemedik.

(Biz işimize gelince her şeyi biliriz de!)

Devlet de mi tahmin edemedi?

Devlet için ‘tahmin edemedi’ demek aşırı bir ‘hüsnüzan.’

Devletin de işine öyle geldi.

Yetkililer, birbiri ardınca, kendilerinden önceki yetkilileri suçladılar.

Bence haklılar.

Hepsi, müteselsilen sorumludur.

Vatandaşlar da öyle, herkes cirmi kadar.

(Galat-ı meşhuru cürmü kadar.)

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (15)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.