Edebiyat dersleri lise müfredatından çıkarıldı mı?
Böyle bir haber kulağıma çalınmıştı. Biraz soruşturdum, hayır, çıkarılmamış, mecburi ders olarak devam ediyormuş.
Buna sevindim. Çünkü bir çok insan okul sıralarından sonra edebiyatla, şiirle tanışmak için başka bir fırsat bulamayabiliyor.
Mesela ben, eğer lise sıralarında Fuzuli’nin, Baki’nin, Yahya’nın, Nef’i’nin, Nedim’in şiirlerini görmemiş olsaydım divan edebiyatıyla tanışmakta gecikirdim.
Fuzuli’nin “Beni candan usandırdı cefadan yar usanmaz mı/Felekler yandı ahımdan muradım şem’i yanmaz mı” beytiyle başlayan gazeli ta o yıllarda edebiyat hocamız Macit Eriş Mendi Bey’in okuyuşuyla hafızama yerleşmiştir.
“Baki çemende hayli perişan imiş varak/Belli ki bir şikayeti var ruzigardan” diye biten muhteşem sonbahar gazeli de o günlerden kalmıştır.
Gerçi hocamız, muhtemelen dersin maksadına uygun olarak, divan şairlerinin yaz gününde kış hayali kurduklarını dolayısıyla hayatla fazla irtibatı olmayan aşırı süslü ve ağdalı şiirler yazdıklarını söylüyordu ama, onun telafisi kolay. Şiirle doğrudan iletişim kurduğunuzda müfredatın önünüze koyduğu engeli aşabilirsiniz.
O dersler sayesinde, Nef’i ile Şeyhülislam Yahya arasındaki atışma da o dersleri okuyan bütün öğrencilerin zihnine yerleşmiştir.
Hani Nef’i, Şeyhülislam’a “Müfti efendi bize kafir demiş/tutalım ben ana diyem müselman/Yarın vardıkta ruz-i cezaya/İkimiz de çıkarız anda yalan” mısralarıyla bugünün deyimiyle harika bir kapak yapıyordu!
Hepimizi Fahriye Abla’dan haberdar eden de o müfredattır.
Öyle ki, Fahriye Abla ve Erzincanlı kocası yüzünden Ahmet Muhip Dıranas gölgede kalmıştır.
Fahriye Abla’nın sırf kafiye yüzünden bir Erzincanlı’yla baş göz edilmesi de hece vezni karşıtlarının sevdiği argümanlardan biridir.
“Gönül verdin derlerdi o delikanlıya
En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya
Bilmem şimdi hala bu ilk kocanda mısın?
Hala dağları karlı Erzincan’da mısın?”
Aslında, Fahriye Abla gerçekten bir Erzincanlı’ya vardıysa kayda değer bir sorun yok. Ama, ağırlıklı görüş, Erzincanlı’nın sırf kafiye sebebiyle Fahriye Abla’yı aldığıdır.
Fahriye Abla’nın bu kadar meşhur olmasından Dıranas bile şikayetçiymiş.
Hocası Ahmet Hamdi Tanpınar ona lise yıllarında Baudlaire’in “Elem Çiçekleri”ni hediye ediyor. Dranas da, Baudlaire’i okuyabilmek için Fransızca öğreniyor.
Eh, o kadar emek verirseniz şiirinizde bir eser bırakır.
İyi ki olmuş diyebileceğimiz bir derinlik. Çoğu kendisinden, azı Baudlaire’den.
“Her yanın avuçlarıma dökülüyor/Çeşmeden akan suyun berraklığında” (Ayışığı)
Veya yine aynı şiirde:
“Dolaşan bir dudak mı var saçlarını?/Ay tırmanıyor zeytin ağaçlarını.”
Ben, Dıranas’ın bulutlara bakışını da sevdim.
“Yeşil gözlerinde akşamın rengi/Mor gagalarında fecir bulutlar”
“Bulutlar her akşam içip denizi/Gök kubbede şölen kuran mabutlar”
Heyhat... Hepimiz kadar geç kalmış bir adamın çığlığı:
“Gelin bana yeniden gelin/Har vurup savurduğum anlar!/Doğrulun mezarlarınızdan/Boş yere harcadığım günler!/Durun geçmesin zaman, durun/Elemli kurduğum saatler!
Hayatın hangi sadmesi söyletti şu ‘Testi’yi?
“Dolu bir testi idim ben/Başaşağı ettiniz beni/Sevgiler vardı içimde/Ezgiler vardı, iyilikler.../Boşaltıverdiniz hem de/Düşürüp kırmaktan beter.”
Güzel bir İstanbul şiiri de var Dıranas’ın. Ümit Yaşar’a ithaf etmiş.
“Akan suda kuş gibi gemilerle/Eski evler ve tenha sokaklarla/Şarkı gibilerle, düş gibilerle/Sarmaş dolaş... Olmaz gibi bir dünya.”
Hangi yıllarda yazılmış, bilemedim. 50’lerde mi? 60’larda mı?
Beton. Şehri yapıyor görünüp şehri öldürmek gibi... Bir hastalık.
Dıranas ‘yağma’yı görmüş. Şiirin adı da ‘Yağma.’
“Boğaziçi, daha sağken gömülmek/İçin dönüşmüş beton mezarlara/Bir hippi kız, bir deccal, şimdi Bebek/Koylarında ilham, arsız, farfara”
“O güzelim aşkın vücudu yağma/Şarkısı ne mahur beste, ne Itri...”
“Ama yüzyıllarla besli bir şehir/İnsan yaşamından daha da hızla/Bunca çabuk nasıl yok olabilir?”
Biz durmadık. Bitmedi ‘yağma’ geleneğimiz.
Ecmain görünümlü jeep sipahileri olarak, Beton tanrısına kurban etmek için hala köşe bucak kupon arsa arıyoruz.
İşin kötüsü, buluyoruz da...