Babam Cerrahpaşa Hastanesi’nin kuzey tarafına düşen Davut Paşa Camii’nde müezzin. Aynı zamanda İmam-Hatip’te talebe.
Senesini hatırlamam mümkün değil. 60’ların başları olabilir. 1962, 63.
İlim Yayma Cemiyeti kurban derisi topluyor. Talebelerden bilhassa camilerde imamlık, müezzinlik yapanlar, bulundukları yerlerde derileri muhafaza edecekler.
Sonra uygun bir vakitte İlim Yayma’nın arabası gelip derileri alacak.
Babam da bir miktar deri toplamış.
Toplamış ama gelip alan yok.
Vakit ilerleyince, kimse de gelmeyince babam Niyazi Bey’i aramış.
Niyazi Bey kim?
Dr. İsmail Niyazi Kurtulmuş Bey. Dahiliye mütehassısı.
Nasıl bir dahiliye mütehassısı?
Perşembe günleri hastalardan muayene ücreti almayan bir dahiliye mütehassısı.
Sadece bu değil. Hizmet ehli bir adam. Unvansız, ‘gösteri’siz, talebelerin iyi yetişmesi için çabalayan bir mü’min.
Şu anda hepimizin tanıdığı, Kültür eski Bakanı Numan Kurtulmuş Bey’in merhum pederi.
Babam, işte o Niyazi Bey’i aramış.
Niyazi Bey araba gönderemiyor.
Demiş ki babama, “İsmail, bir araba tut, sen getir.”
Babam da Niyazi Bey’in dediğini yapmış.
Dinlediğim en eski Kurban Bayramı hikayesi budur.
Ramazan Bayramlarında, oruç, zekat, fitre, hilal, çok konuşulur.
Bazen ‘hilal’e kafam takılıyor.
Biz vaktiyle Ramazan Bayramı arefelerinde Şevval hilalinin görünüp görünmediğini çok soruştururduk.
Kaç defa ahaliden bir gün önce bayram ettik.
Millet oruç tutarken lokum yedik.
Halbuki, Kurban Bayramı’nın da hilalle alakası var.
Kurban Bayramı Zilhicce’nin 9’udur.
Zilhicce hilalini iyi takip etmezsen Arafat’a yanlış günde çıkarsın, teşrik tekbirlerine yanlış günde başlarsın, kurbanı yanlış günde kesersin.
Demek ki, bizim Şevval Hilali merakımızın -dini hassasiyetin yanı sıra- nefsimize hoş gelen bir tarafı da varmış.
Neyse geçti o devir. Artık kimse hilal peşine düşmüyor Ramazanlarda.
Kurban Bayramının gündemi Ramazan’dan farklıdır.
İnsanlar, daha çok eti ve deriyi konuşurlar.
Hocalar anlatır. ‘Kurban’ yakınlaşmak demektir.
Burada ‘yakınlaşmak’tan maksat, Allah’a yakınlaşmak olması lazım.
Fakat, görüntümüz, ete ve deriye yakınlaşma görüntüsüdür.
“Biz kestik... Allah kabul etsin.”
“Biz de kestik. Dayımlarla ortak girdik.”
“Sizinki kaç kilo geldi?”
“Kemikleriyle beraber 32 kilo.”
“Bizimki kemiksiz 35 kilo geldi.”
Bu diyaloglar bilgi paylaşımıdır. Biraz da yarenliktir.
Şuuraltında bir “kurbanlık tokuşturma” güdüsü var mıdır, bilemeyiz.
Kurban neyse, Allah kabul etsin. Fakat, deri ayrı bir derttir. Eskiden öyleydi.
Türk Hava Kurumu gelir vatandaşın derilerine musallat olur.
Gönüllü verenden alsın, ama bazı devirlerde babasının malıymış gibi vermek istemeyenlerin elinden deriyi almaya uğraşırlar.
Fesüphanallah!
Vatandaş, mahallenin camisi için, Kur’an kursu için, mensubu bulunduğu cemiyet veya dernek için deri kaçakçılığı yapmak mecburiyetinde kalır.
Ben, arabasına THK levhası takarak kendi derneği için kurban derisi topladığını anlatanlara bile rastladım.
Şimdi deri kavgası kalmadı galiba. Ya da ben işitmiyorum.
Bildiğim kadarıyla, kurban derilerini vermeye mecbur olduğumuz herhangi bir kurum yok. İnşallah bundan sonra da olmaz.
Yalnız, derinin yerine ‘vekaletle kurban’ mücadelesi zuhur etti gibime geliyor.
Bir nevi rekabet.
Dikkat etmek lazım. Hele milletçe bir ‘Fetö’ tecrübesinden geçtikten sonra.
Derin dondurucularda yıllanan kavurmalara da dikkat etmek lazım.
Bayramdan sonraya kavurma, et kalmasa, hepsi yoksullara ulaştırılsa iyi olur.
Hepimiz kendimizi yoklayalım. Sokağımızda, muhitimizde, kurban kesemeyen, evine kurban eti ulaşmayan kimse var mı?
Varsa da yoksa da, biz bunu bilecek durumda mıyız?
Yoksul insanlarla, bunu bilebilecek kadar iletişimimiz, alışverişimiz, dostluğumuz var mı?
Bir soru daha.
Et ve deri telaşesinden sıyrılıp ‘Kurban’ın anlamını düşünmeye fırsat bulabilecek miyiz?
Bulmamız lazım.
Yoksa, bayram, anlamsız bir ‘acemi kasaplar festivali’ne dönüşür.
Etler de kemikler de, deriler de boşa gider.
Kesilen hayvancıklara da yazık olur.