İlk günlerde söylemeye dilim varmadı. Endişe ettim, ama endişemi izhar etmedim. ‘Trump’ın ipiyle kuyuya inilmez’ demekle iktifa ettim.
Harekatın başladığı haberini ve harekat öncesinde Trump’ın ‘yeşil ışık’ diye yorumlanan ifadelerini işitir işitmez eski bir hikaye düştü aklıma.
O günleri yaşayanlar bilir, Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesinden kısa bir süre önce ABD’nin Bağdat Büyükelçisi April Glapsie Saddam’la bir görüşme yapmıştı.
Saddam o görüşmede Kuveyt’e yönelik bir harekat imasında bulunmuş, Büyükelçi Glapsie Arapların kendi aralarındaki meselelerin ABD’yi ilgilendirmeyeceğini söylemişti.
Glapsie’nin tavrı, işgale teşvik değilse bile göz yumma olarak yorumlandı.
Sonunda Bush, Birinci Körfez Savaşı’nı başlattı.
Bizim harekatımızla Kuveyt işgali benzer işler değil elbette.
Türkiye de Irak değil.
Irak’ınki apaçık bir işgaldi.
Türkiye’nin Barış Pınarı harekatı işgal amacı taşımıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve diğer yetkililerin defalarca belirttikleri gibi, terörü sınırlarımızdan uzaklaştırmayı, güneyimizde kurulabilecek ‘terör koridoru’nu önlemeyi amaçlıyor.
Türkiye, Suriye’nin toprak bütünlüğünü, neredeyse kendi toprak bütünlüğü kadar önemsiyor.
Başkaları başka türlü ilişkiler geliştirmiş olabilir. Ama Türkiye’den bakınca PKK terör örgütüdür ve YPG de bu örgütün Suriye’deki uzantısıdır.
Biz yaşadık, biliyoruz, kanlı bir örgüttür.
Türkiye, bu örgütün Türkiye’nin güney sınırı boyunca kalıcı bir hüviyet kazanmasını kendi bütünlüğüne yönelik bir tehdit olarak görüyor.
Bir başka veçhile ifade etmek gerekirse, Türkiye, Suriye’nin toprak bütünlüğünün ihlali anlamına gelebilecek bir oluşumu kendi bütünlüğüne tehdit sayıyor.
Bu tehdidi bertaraf etmek ve Türkiye’deki 3,6 milyon Suriyeli muhacirin hiç olmazsa bir kısmının iskan edilebileceği bir güvenli bölge kurmak istiyor.
Bunlar, hem anlatılabilir, hem de üçüncü şahıslar -ya da ülkeler- tarafından anlaşılabilir gerekçeler.
Ama üçüncü ülkeler bizim anlattığımız şekilde anlamamakta ısrar ediyorlar.
Irak’ın Kuveyt işgali ile bizim Barış Pınarımız benzeşmiyor.
Fakat Trump’ın yaktığı bir ilk bakışta ‘yeşil’ gibi görünen ışıkla April Glaspie’nin bazen teşvik bazen göz yumma olarak yorumlanan tarzı bir miktar benzeşiyor.
Çok sürmedi Trump’ın yaktığının yanar-döner bir ışık olduğunu aynelyakin görmemiz.
“Yaptırım uygularım” “Ekonominizi felç ederim” tehditleri hemen arkasından geldi.
Araya Türkiye’nin haklılığını teyit eden cümleler sokmadı değil.
“Türkiye’nin uçağı var, Türkiye’yle baş edemezler, YPG 20 mil güneye çekilsin” bile dedi.
Sonra tekrar tehdit, Halkbank dosyası falan.
Abuk subuk teklifler. YPG’yle görüş, anlaş.
Ne zaman hangi istikameti göstereceği asla belli olmayan bir navigasyon aleti.
Hele o mektup!
Vasfedebilecek medeni bir cümle tahayyül edemiyorum.
Rezil mektup, sefil mektup gibi ifadeler misliyle mukabele sayılmaz.
Bu nobranlıklar ABD başkanının ‘ego’suyla ilgili bir başka gerçeği yansıtıyor.
Dün, İtalya Cumhurbaşkanı Mattarella’ya “Mozarella” diye hitap etmiş.
Bunlar gaf mı?
Yoksa “Ben güçlüyüm, istediğimi söylerim, mozarella dediğime dua et, hellim peyniri de diyebilirdim, sineye çekmek zorundasın” mı demeye getiriyor?
Amerikalılar düşünsün deyip geçemiyoruz, ucu her tarafa dokunuyor!
***
Diplomasinin, reel-politiğin, ilkesi, ahlakı, vicdanı, insafı eskiden de yoktu, şimdi hiç yok.
Adımlarımızı buna göre atmak zorundayız.
Bu üçüncü tekrar olacak ama olsun.
“Et-tekraru ahsen, velev kane yüz seksen” boşuna dememişler.
Ne Trump’ın, ne Avrupa’nın, ne Rusya’nın... Başımıza bir iş sarma ihtimallerinden emin olabiliriz.
Hiç birinin ipiyle kuyuya inilmez.