Sahabeden Peygamberimiz’in sözlerini yazanlar olmuş. Bunu eski rivayetlerden öğreniyoruz. Kur’an ayetlerini yazanlar da olmuş.
Kur’an-ı Kerim’in tarihi araştıranlar Hz. Ebubekir döneminde cem edilişi sırasında sahabenin ellerindeki ceylan derilerine, boğazlanmış hayvanların kürek kemiklerine yazılmış ayetleri Zeyd Bin Sabit’in başkanlığındaki heyete getirdiklerini söylüyorlar.
Başka şeyler de yazılmıştır muhtemelen. Fakat, anladığımız kadarıyla bu yazılı materyalin hiçbiri günümüze ulaşmamış.
Evet, sonradan her şey yazılmış. Hadis kitapları, fıkıh kitapları, siyerler, tarihler, kelam, akaid kitapları…
Peygamberimiz’in sözlerini cem eden büyük hadis külliyatları derlenmiş.
Muhteşem bir Hadis ilmi geliştirilmiş, mükemmel bir metodolojiyle birlikte.
Ama sonradan.
Bazı aklı evvellerin bu belge kıtlığından istifadeyle Mekke şehrinin şu anda bildiğimiz Mekke olmadığını, İslam’ın kuzey Arabistan’daki (Akabe körfeziyle Lut gölü arasındaki) Petra şehrinde doğduğunu ileri sürdükleri de bir gerçek.
Kanadalı Dan Gibson bu iddianın üzerinde çok duruyor. Bir belgesel de hazırlamış.
Belgeseli seyrettim. İlmi açıdan zayıf. Kuvvetli olması beklenemezdi. Biyografisinde kendisinden “Belgeselci ve yazar” diye bahsediliyor. Ama iddiaları piyasada alaka görüyor.
Gibson’ın iddialarını çürütecek pek çok veri bulunabilir.
Bunlardan biri, Süryani vakanüvis John Bar Penkaye’nin Halife (Kasten Halife dedim. Emevi idaresine isyan etti ve halifeliğini ilan etti) Abdullah bin Zübeyr’in Mekke’deki müdafaası sırasında yazdığı kroniklerde Mekke’nin çölün uzak noktalarında bir yerde olduğunu söylemesi ve Petra’dan hiç bahsetmemesi.
Tabii ki kitaplardan önce an’aneyle nesilden nesile intikal eden İslami pratikler, namazda yüzümüzü çevirdiğimiz kıble, Hac ibadeti, yalan üzerine ittifak edemeyecek kadar çok sayıda tarihçinin, muhaddisin rivayetlerinde geçen şehir ve mevki isimleri bu tür istisnai tezlere iltifat etmemize manidir.
Sözünü ettiğimiz belge boşluğunu doldurabilecek malzemelerden biri belki de en önemlisi son yıllarda üzerinde ilmi çalışmalar yapılan kaya yazıları olabilir.
Birçoğunu yazanların isimleri belli. Ne zaman yazdıkları belli.
Müfit Yüksel’e sordum.
“Tarihini nasıl tespit ediyorsunuz?”
“Yazı tipinden” dedi.
Helsinki Üniversitesinden Ilka Linsdstedt’in bir çalışmasını buldum.
Linsdsted “Arapça Kaya Yazıları M.S. 750’ye kadar” başlığıyla yayımladığı bölümde bunun mümkün olduğunu yazıyor. Uzun uzun tarif ediyor.
Bizim burada anlatmamız uygun olmayabilir.
Ancak, Linsdsted’in alıntıladığı Hac yolundaki kayalarda tespit edilen “Allahım Muhalled ibn Ebi Muhalled’i bağışla ve haccını kabul et” ibaresi bile Mekke’yi Ürdün’de aramanın anlamsızlığını gösterebilir. (Hicri 91.)
Daha eski metinler de var ama şu anda gözüme çarptığı için buraya yazıverdim.
“Peki, kitaplara uygulanan karbon testlerine benzer metotlar kaya yazıları için de uygulanabilir mi?”
“Evet, o tür bilimsel incelemeler yapılabilir. Bunun için araştırmanın kurumsallaşması gerekiyor.”
Müfit Yüksel, bunu Suudi Arabistan’daki ilgili kimselerle konuştuğunu söylüyor. Fakat henüz bir sonuç hasıl edilememiş.
Eski yazılı taşların bir kısmı Mekke’deki, Medine’deki müzelerde muhafaza ediliyor. Ama bunların sayısı çok sınırlı.
Müfit’in söylediğine göre kaya yazılarının sayısı 40 binden fazla.
Bu arada, Müfit Yüksel’in geçen yıl TV 5’te Tolga Saçıkara’ya verdiği röportajı da başından sonuna kadar dinledim.
Yüksel konuyu etraflıca anlatıyor.
İSAM’ın ya da imkânı olan başka bir kurumun kaya yazılarının araştırılması konusuna eğilmesi gerektiğini söylüyor.
Başka şeyler de anlatıyor.
En çok dikkatimi çeken, İstanbul’daki İslam Eserleri Müzesi’nde Topkapı Sarayı’ndaki Hz. Osman’a atfedilen Mushaftan -ki o Mushaf eski olmakla birlikte Hz. Osman mushafı değil- daha eski Mushaflar bulunduğunu söylüyor.
Buradaki yazmalar beş altı yıl önce dijitale alınmış ve dijital olarak İsrail’e gönderilmiş. Tuhaf değil mi?
Bir de şu soruyu soruyor Müfit Yüksel:
“Topkapı Sarayı Emanet Hazinesi 23 numarada olan Mushaf neden gizleniyor?”