Ufka doğru, güneşin son ışıklarıyla pembeleşen bir bulut olsun. Kızıl değil. Pembe ve biraz şeffaf. Bazen oluyor.
O bulutun içinde olduğunuzu, sizi sardığını, ama içinizi dışınızı sardığını düşünün.
Hatta gitgide o bulutla aynı şey olduğunuzu...
Aşk, böyle bir şey olabilir mi?
Biz, fazla kurcalayamayız aşkı.
Tarif de edemeyiz.
O bizi tanır, biz onu tanırız.
Hani Üstat Necip Fazıl Poetika’sında diyordu ya, ‘Arı bal yapar, balı tarif edemez.’ Öyle bir şey.
Fuzuli’yi okuyunca ‘evet, bu olmalı’ diyebilirsiniz.
Var mı Batı’da karşılığı?
Kelime olarak belki yok.
Ama hayatta neden olmasın? Batılıları da Allah yarattı. Neden onlara vermesin?
Vardır herhalde.
Ben Dostoyevski’nin Beyaz Geceler’inde birazcık gördüm.
Knut Hampsun’un Viktorya’sıydı galiba... Orada da gördüm. Yani, hepten yok değil.
Viktorya’da veya Beyaz Geceler’de alametlerine rastladığınız şeyin, Sezai Karakoç’un Monna Roza’sını okurken içine düşersiniz.
Ama yok ki bir yerde Monna Rosa?
***
Bir kaset bulduk. Tıbbiyeliler doldurmuş diyorlardı. Orada, galiba Semih Sergen’di, ya da ona benzer bir ses. Okuyordu.
Bir ara, bin yıllık arkadaşım Süleyman Özdil, Hisar Dergisi’nin Sıhhiye’deki bürosunda, derginin 50’lerde çıkan bir sayısında göstermişti Monna Rosa’nın bir bölümünü.
Demem o ki, buluyoruz işte bir yerlerden.
“Altın bilezikler o kokulu ten
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne
Bir tüy ki can verir gülümsesen
Bir tüy ki kapalı geceye güne
Altın bilezikler, o kokulu ten”
Ya da,
“Ellerin, ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi
Ellerinden belli olur bir kadın
Denizin dibinde geziyor gibi
Ellerin, ellerin ve parmakların.”
Sezai Bey istemiyordu Monna Rosa’yı yayınlamak.
Bu tercihin bir sebebi, öyle zannediyorum, saygıydı.
Bir hatıraya saygı.
Bir sebebi de... Şiirdeki mahcup, esmer çocuğun ‘hal’inin bir yansıması.
Sonradan, ‘hatıraya saygı’nın gereği, şiirde bazı ‘rötuş’lar yaparak yayınladı.
Monna Rosa’nın ‘magazin’inin meraklısı çoktur.
Ben de aynı şeyi yaparsam saygısızlık olur.
Monna Rosa’nın mısraları arasında, kimi yerler bizim kalbimize daha çok dokunuyor.
“Ve yalnızlık, sigara külü kadar yalnızlık!”
Sizi bilmem, bana Fuzuli’nin yalnızlığının bir uzantısı gibi geliyor.
Ve ayrılık. Söylemesi kolay gibi görünüyor. Bir ‘sehl-i mümteni.’
“Ben onun sılası, kendimin gurbetiyim.”
Şu mısraların şiddetini hissediyor musunuz?
“Yağmurlar sırtıyla sırtımın arasındadır
Şarkılar dudaklarıyla dudaklarımın.”
***
Ve başka, içli mısralar...
Bizim kuşak, Monna Rosa’nın yağmurunda ıslanmıştır.
Issız yerlerde, karanlık sokaklarda Monna Rosa’nın mısralarını okuya okuya yürüdüğünden emin olduğum çok arkadaşım var.
Şimdi insanların Monna Rosa’yla arası nasıldır, bilmiyorum.
Postmodern çağda, bizim ‘aşk’ diye bildiğimiz şeyin artık yeryüzünden kaldırıldığını düşünenler çoğunlukta.
Her şey portatif. Her şey otomatik. Her şey dijital.
Kadın, erkek, ruh, madde...
Her şey ‘bir tık’ mesafede.
Diyenler çoğunlukta.
Eğer bu doğruysa, felaket!
Yalan! Hiçbir hakikat ‘tık’la bulunamaz.
Ben ‘insan’dan ümit kesmeyi de bir tür ‘dijitallik’ olarak görüyorum.
Azınlıkta kalanlarla beraber, azınlıkta kalmayı tercih ediyorum.