Normal şartlarda, aile içinde devletin, mahkemelerin, kanunların, yönetmeliklerin, ulusal ya da uluslararası sözleşmelerin ve akla gelebilecek başka harici unsurların müdahil olacağı bir sorun olmaz.
Şiddet de olmaz. Adam niye dövsün karısını? Evlenmişler, yuva kurmuşlar. Hayatı paylaşıyorlar. Birbirlerine destek oluyorlar. Birbirlerinin ve çocuklarının sorumluluğunu paylaşıyorlar. Birbirlerinin rollerinden de şikayetleri yok. Gül gibi geçinip gidiyorlar.
Kim reis ailede?
Bazı kadınlar beceriklidir çok güzel yönetirler kocalarını, çocuklarını. Bazı erkekler kararsızdır, eşlerinin yönlendirmesi olmadan bir iş yapamazlar.
Sonuçta, kanunda yazsın yazmasın, kim reisliği beceriyorsa odur reis.
Devlet, aile reisliği kavramını kanunlardan çıkarmış. (2002’de çıkarmış.) Neyi değiştirir, kendi tabii şartlarında yürüyüp giden bir ailede?
Ancak şartlar her zaman ‘normal’ değildir.
Bir şey olur, ailenin muhteşem büyüsü bozulur, lezzeti gider, erkeğin ve kadının birbirlerine eş olmasının, anne ve baba olmalarının anlamı kaybolur, taraflar birbirlerini anlamamaya başlarlar, aile sarsılır.
Kavga, gürültü, şiddet, baskı, arızi, ya da arızalı hallerde ortaya çıkar.
O zaman doğar, kanunlara, mahkemelere veya İstanbul Sözleşmesi gibi hukuki metinlere müracaat etme ihtiyacı.
Yani, İstanbul sözleşmesi ülkemizdeki ailelerin büyük ekseriyetini doğrudan ilgilendirmez. Dolaylı ilgilendirir.
***
Pazar gününden beri İstanbul Sözleşmesi’ni birkaç defa hatim ettim. Muharrem Balcı’nın ‘İstanbul Sözleşmesi’nden İnsanı ve Aileyi Korumak’ kitabını da okudum. (Pınar.)
Hatta, Türkçeye ‘Toplumsal Cinsiyet’ diye çevrilen kelimenin orijinal metinde nasıl yazıldığını anlamak için sözleşmenin İngilizcesine de baktım.
İngilizcesi ‘gender.’
‘Gender’i cinsiyet diye çevirdiğinizde fazla sorun çıkmaz. Ama sözleşmeyi eleştirenler ‘gender’in farklı cinsel tercihleri kapsayacak şekilde kullanıldığını düşünüyor. Çeviride ‘toplumsal cinsiyet’ karşılığı verilmesini buna bağlıyor.
Bir çeviri ihtilafı da, Türkçe metinde ‘şiddet’e atıf yaparken kullanılan ‘aile içi’ tabirinin orijinal metinde ‘domestic’ kelimesiyle karşılanması. Metindeki bağlamında ‘domestic’ evsel, ev içi şeklinde anlaşılabilir.
Aile, anne, baba ve çocukları çağrıştırıyor. ‘Ev içi’ dediğinizde, aile olmayan birliktelikleri de sözleşmenin kapsamına almış oluyorsunuz.
Benzer bir karışıklık ‘ebeveyn’ kavramında da var. İngilizcede ebeveyn yerine ‘partners’ kullanılmış.
Sözleşmenin 4. maddesinin 3. bendinde mağdurların haklarını ‘cinsel yönelimlerine bakılmaksızın’ korumaktan söz ediliyor.
Ne sakıncası var? Diyebilirsiniz. Sonuçta şiddetten korumaktan bahsediliyor.
Zannediyorum itirazlar şiddetten korumaya değil. Aile’nin kıyısına köşesine aile-dışı terimlerin sıkıştırılmasına.
Muhafazakar bir zihnin böyle kavramları kuşkuyla hatta tepkiyle karşılaması normal. İşin ilginç tarafı, bu kavramları ihtiva eden sözleşmenin kendisini muhafazakar olarak tanımlayan bir idare tarafından yürürlüğe konmuş olması.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, “İstanbul sözleşmesi nas değil” cümlesini sarf ettikten sonra Sözleşme’ye yönelik eleştirilerin önü açıldı...
Açıldı da...
Sözleşme bir sürecin meyvesi.
Türkiye bu sürece 1980’lerde girmiş. 40 yıla yakın zamandır epeyce ilerlemiş.
1985’te BM Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’ni (CEDAW) imzalamışız.
Daha sonra, CEDAW’ın ve imzaladığımız başka uluslararası sözleşmelerin iç hukuka üstün olduğunu Anayasa’yla teminat altına almışız.
O zamandan beri de sürecin ruhuna uygun bir çok yasal düzenleme yapmışız. Düzenlemeleri TCK’ya, Milli Eğitim’e, YÖK’e yansıtmışız. Suçlar, cezalar, yaptırımlar ihdas etmişiz.
Bu kadar ilerledikten sonra geri dönebilir miyiz?
Biraz şüpheli.
Daha ciddi bir durum var.
İstanbul Sözleşmesi’nin imzalandığı 2011 yılından bu yana kadın cinayetleri sürekli artmış. 2011’de 121’ken 2019’da 474’e çıkmış.
Arada illiyet olsun olmasın, demek ki memleketimizde şiddet artıyor.
Yok mu ilim adamlarımız? Araştırsınlar, şiddeti ortadan kaldırmanın, hiç olmazsa azaltmanın bir yolunu bulsalar?
Bu işlerde pek rant olmaz.
Ayrıca vatandaşlar olarak gerginiz. Konuşurken sert konuşuyoruz. Hamaseti de seviyoruz çünkü iyi kafa yapıyor. Bu durum alimlere de sirayet ediyor.
Ondan mı böyle ciddi araştırmalara giremiyoruz?