Şu anda elimde bir kitap var. Aslında çoğu zaman oluyor, istisnai bir durum değil.
Fakat bu kitap biraz değişik. Geçen sene Londra’da kitapçının içinde dolaşırken adını beğenmiş almıştım. Kitabın içini okumasan da, adı, bir kitap olmayı hak ediyor.
Nitekim ben de kitabı henüz okumadım ama adından istifade ediyorum.
Kitabın adı: What if we’re wrong? (Chuck Klosterman, Amberley.)
Ya yanılıyorsak?
Ya yanlış yaptıysak?
Ya biz yanlışsak?
Üç aşağı beş yukarı böyle Türkçesi.
Genişletebiliriz.
Ya yanlış düşünüyorsak? Ya haksızsak? Haksızlık ettiysek?
Pek adetten değil kendini sorgulamak.
İnsan, pergelin çivili ucunu kendi benliğinin mevcut olduğu noktaya koyuyor.
Doğru olan burası, işte şu çiviyi çaktığım, ‘ben’in durduğu yer.
Bir aksaklık olursa, her yerde ararım o aksaklığı. Fakat burada, benliğimin çakılı olduğu kutsal yerde aramam.
Böyle düşünen, varlığa böyle bakan birine yontulmamış insan demek caiz olur mu?
Ya da terbiyesiz?
Olur.
Kim yontacak böyle birini?
Hiç kimse.
Belki hayat yontar, belki bir musibet. Belki mucizevi bir ‘numune-i imtisal’e bakarak, kendisi.
Görüyorsunuz, ne kadar yararlı bir adı var kitabın. Bizi güzel güzel dolaştırıyor.
Halbuki, ‘kafamızı heckletmek’le ilgili yazacağım. Bir önceki yazıma devam edeceğim.
Bir okuyucumuz, M. A., “Dindarlık denen olgu kafayı ‘hack’lemiş olmak değil midir?” diye sormuş.
“Türkiye’de doğan kişinin kafası İslam ile ‘hack’lenir. Almanya’da doğanın da Hristiyanlık ile... Kafaları daha çocukken ‘hack’lenenler akıllarını nasıl kullanabilirler?”
Din kafayı ‘hack’ler mi?
Olur, niye olmasın?
Din veya dine ait olduğu farz edilen bir takım şeyler insanın kafasında eğilip bükülmelere sebep olabilir. Bunu bir tespit olarak kenara koyalım.
Daha hayati bir meseleye gelelim.
Dünyanın en önemli sorusu hayatın anlamıyla, varoluşun hikmetiyle ilgili sorudur.
Pergeli ‘ben’in oraya çaktık ya. Tam orada sorulacak bir soru.
Kimim ben? Ne işim var bu alemde? Nereden geldim? Nereye gidiyorum?
Hayatını bu soruyu sormadan geçiren var mıdır? Bilmiyoruz. Ama bu soru yokmuş gibi hayat sürenler olduğu varsayılabilir.
Herhalde en büyük gaflet bu soruyu sormamaktır. ‘Kariha yarımküresi’nin içinde bir vakum taşımak gibi. Korkunç.
Bu soruyu soranlar ya da bir şekilde bu soruya muhatap olanlar iyi kötü bir cevap bulurlar.
Bazıları bu soruyu sıkıcı bulur. Doğrudur, sıkıcıdır. ‘İki günlük dünyada bu sorunun peşine düşüp niye dertsiz başıma dert alayım?’ diyebilir insan.
Kimi neden-sonuç ilişkilerinin içinde cevap bulmaya uğraşır.
Kimi tesadüflerin oluşturduğu bir ‘evren’le durumu izah eder.
Bütün felsefe külliyatı bu sorunun peşindedir aslında.
Dinler de bu soruya cevap verir.
İnsanlar, öyle görünüyor ki, en çok dinlerin verdiği cevaptan tatmin oluyorlar.
İnsanın, ‘Kimim ben? Ne işim var bu alemde?’ sorusuna cevap arama çabası saygıdeğerdir.
Cevabını bulduğu –veya bulduğunu düşündüğü- kaynağa bağlanması da tabiidir.
Kendi payıma, bu çabaya ‘hack’lenme tabir etmem.
Eğer bu ‘hack’lenme ise, ‘hack’lenme diye adlandıramayacağımız herhangi bir insani durum yoktur.
Kendi durumumuz dahil.
Benim bulduğum cevabı herkes beğenmek zorunda değil.
Başkasının bulduğu cevabı eleştirebiliriz, zaten eleştirdiğimiz için şu anda bulduğumuz cevabı bulduk.
Ama küçümseyemeyiz. Tahfif edemeyiz.
Dini anasından babasından tevarüs edenlere gelince.
Doğru olan, herkesin, aklı başına geldiğinde, bu soruları yeniden sormasıdır.
Doğru cevabı gerçekten bulup bulmadığını sorgulaması, eski tabirle, durumunu, ‘taklit’ten ‘tahkik’e doğru tekamül ettirmesidir.
Bu, aynı zamanda ‘ben’i, ‘ego’nun durduğu yeri sorgulamaktır.
‘Başkasını sorgulamak varken niye kendimi sorgulayayım’ diyebilirsiniz.
Dünya böyle diyen insanlarla dolu.
(Bu yazının hiçbir yerinde M. A.’ya yönelik bir ima, bir gönderme yok. Böyle bir şeyi ahlaki bulmam. Göndermeler, önce bana sonra herkese.)