“Ben ki sultanü’s selatin ve bürhanü’l havakin.... Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Karaman’ın ve Rum’un... Acem’in ve Şam’ın ve Haleb’in ve Mısır’ın ve Mekke’nin ve Medine’nin ve Kudüs’ün.... ve daha nice diyarın sultanı ve padişahı Sultan Bayezid Han oğlu Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Han’ım, sen ki Fransa vilayetinin kralı Françesko’sun.”
İlkokul beşinci sınıfın tarih kitabında bu mektup vardı.
Aynı sayfada, Fransa kralı Fransuva’nın siyah beyaz bir resmi.
Fransuva, Kanuni’ye kendisinin Habsburglar tarafından hapsedildiğini bildiren bir mektup yazıyor. Benim özetlediğim bu mektup ise Kanuni’nin cevabı.
Sonra Fransuva serbest bırakılıyor.
Siyah beyaz resimdeki Fransuva, gözümüzde ne kadar küçülüyor!
Böyle bir hikayenin ilkokul beşinci sınıfta okuyan bir çocuğa ne yapacağını bir tasavvur edin.
Hepimiz, kılıçlardan, tuğlardan, kudret ve zaferden yapılma muhteşem bir tarihsel arka planla gözlerimizi açıyoruz.
Tabii, eğer talihimiz yaver giderse, ayaklarımız suya eriyor.
Tarih bu, zaman içinde roller değişebiliyor.
Beşinci sınıf tarih kitabındaki mektubun bana yaptığı şeyden müşteki değilim.
Böyle hatıralar insana kuvvet verir. Daha iyi hissedersin. Fazla komplekse girmezsin.
Şimdi, bu koca sultan... Bağdat’tan Viyana’ya kadar büyük bir coğrafyada zaferden zafere koşmuş bu büyük padişah, nasıl edip de şiir yazabilmiş acaba?
Hangi vakitte? Hangi kalple? Hangi akılla?
Bu da, hem hayret, hem saygı uyandırır.
Elimin altında Muhibbi Divanı var. (Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı.)
Orada, Kanuni’nin el yazısını da gördüm.
Fiilen yazmış Padişah.
Hatta yer yer karalayıp düzeltmiş. Herhangi bir şair gibi yani.
“Gice ol meh menzilinden çıkdı benzer bi-nikab
Sandılar cümle cihan halkı ki toğdı afitab.
Gerçi kan içmek Muhibbi hükm-i şer’ ile hata
Lebün olmuşdur sürahi hunını içmek savab.”
Büyük şair, Muhibbi maslahlı Kanuni Sultan Süleyman.
Evet, zamanı, Türkçe’nin şiirde zirvelere çıktığı zaman.
Fuzuli var, Baki var, daha niceleri var.
Ama Muhibbi de var.
“Yar ağyara uya korkum budur
Ya İlahi neccina mimma nehaf”
(İlahi bizi korktuğumuz şeyden kurtar!)
“Yakamazsın bal ü per pervane-veş
Bülbüla ancak heman var sende laf.”
Sen, pervane gibi kolunu kanadını ateşe atamazsın
Ey bülbül sende sadece laf var!
Yani, güzel bir Türkçe ile, aruz ile, şiirde ne yapılabilecekse, hepsini mükemmelen yapıyor.
Divanı, mükemmel.
Babası Selim gibi veya dedesi Fatih gibi, görece az yazmamış.
Gazellerinin sayısı 284.
Kanuni’nin tedavüldeki tek beyti, galiba biraz yanlış anlaşılan beyit.
“Halk içinde muteber nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”
Buradaki ‘Devlet’ kelimesi, bir yönetim aygıtı olarak ‘devlet’miş gibi algılanıyor.
Kanuni’nin bu beyti, muhtemelen, ‘devlet’e saltanat, padişahlık gibi anlamlar yüklendiği için çok rağbet görüyor.
Halbuki, ‘devlet’i kendi anlamında bırakınca da şiir güzel.
Burada devlet, basitleştirirsek, ‘talih’ veya ‘nimete ermek’ gibi bir anlam taşıyor.
Halbuki, bugünkü anlamıyla ‘devlet’ bazen nimet olmayabilir.
Şehzade Bayezid, şiirle yalvarıyor babasına:
“Ey seraser aleme Sultan Süleymanım baba
Tende canım, canımın içinde cananım baba
Bayezidine kıyar mısın benim canım baba
Bi-günahım hak bilir devletlü sultanım baba”
Ne çare. Bazı siyasi işler çevirmiş Bayezid.
Baba, yine şiirle cevap veriyor:
“Ey demadem mazhar-ı tuğyan-ı isyanım oğul
Takmayan boynuna hergiz tavk-ı fermanım oğul
Ben kıyar mıydım sana ey Bayezid Han’ım oğul
Bi-günahım dime bari tevbe kıl canım oğul.”
Güzel, değil mi?
Tabii ki Bayezid sonunda çocuklarıyla beraber öldürülüyor.
İyi bir misal oldu mu, ‘devlet’in her zaman nimet olmadığına?