Televizyon seyretmiyorum pek. Eğer çok özel bir programa takılmamışsam, maç olabilir, iyi bir film olabilir, günde bir saati bile bulmaz ekranla irtibatım.
Marifet değil. Onun açığını telefonun ekranıyla kapatıyorum. Haftalık rapor geliyor telefona, cihazın yüzüne günde kaç saat baktığını ayrıntılarıyla anlatıyor.
Ben, her Pazar o mesaj gelince utanıyorum ve hafta boyu aklıma geldikçe canım sıkılıyor.
Çocuklarımın yüzüne baktığımdan daha çok bakıyorum telefonun yüzüne.
Ahirette bunun bana sorulabileceğini düşünüyorum. Çünkü günler günlere eklendikçe meblağ büyüyor.
Gerçekten endişeliyim. Endişemin dünyevi tarafı da kuvvetli.
Nedir o, ikide bir telefon, ikide bir telefon?
Bir de, ciddi bir şeye bakıyormuşsun gibi bakacaksın. Malayaniyle uğraşmıyoruz!
En güzeli de, senin telefona bakmadığın bir sırada, yün dider gibi habire elindeki telefonla uğraşan insanlara bakıp tenkit etmek.
Lafı bıraktım, buraya kadar geldi. Daha da gidesi var.
Halbuki bir an tv ekranında gözüme ilişen bir yüzün bende uyandırdığı duygulardan bahsetmeyi düşünüyordum.
Şimdi bahar. Çiçekli sokaklarda dolaşın. Oruçluyken kokulara daha duyarlı olursunuz, her çiçeğin kokusunu duyarsınız.
Kötü şeylere karşı da duyarlı olursunuz oruçluyken.
Bu sene, kazara rast geldiğim bir kaç enstantaneyi saymazsak hiç Ramazan veya Sahur programı seyretmedim.
Neredeydi unuttum. Bir baktım, ekranda Nihat Hatipoğlu.
Bir yere rektör mü yapmışlardı onu? Evet, Gaziantep İslam Bilim ve Teknoloji Üniversitesi.
Yapsınlar, bana ne.
Yine yüzünde tebessüm. Yine şirinlikler. Anlatıyor.
Bunlar, bir nevi tezgahtarlık.
Olması da gerekir. Televizyonda bir şey anlatıyorsun, heyecanlı anlat, süslü anlat, millet seyretsin.
Bir arkadaş, “Rektör olmadı mı bu?” diye soruyor.
Oldu ama program yapmaya devam ediyor.
Ederse etsin.
Fakat niye, bu insanlar, yalnız Nihat Hatipoğlu değil, ötekiler de, ekranda konuşurlarken...
Meşreplerini mezheplerini dikkate almadan, hepsine birden söylüyorum...
Niye anlattıkları şey İslammış gibi gelmiyor bana?
Bir meslek icra ediyorlar. Etsinler, ekmek parası. Ramazan olunca pide parası.
Bir performans sergiliyorlar.
Yeri geliyor lafın belini kırıyorlar.
Yeri geliyor lafı gediğine koyuyorlar.
Ayet-i Kerime’yi, Hadis-i Şerif’i ‘tak’ diye yerleştiriyorlar.
İcabında ağlamak, sızlamak...
Her şey muntazam.
Ama neden bunları hep artistlik olarak görüyorum?
Sadece ben mi öyleyim, yoksa benim gibi sıtkı sıyrılanlar var mı?
Oruç ne kadar sadeyse bunların anlattığı o kadar karışık.
Oruç ne kadar duruysa, bunların anlattığı o kadar bulanık.
Din ne kadar yalınsa bunların anlattığı o kadar alengirli.
Anlattıkça, anlattıkça, anlattıkça, sanki insanla gerçeğin arasına cüruf yığıyorlar.
Muhtemelen biz zenginleştikçe hımbıllaştık. Laftan başka bir şey üretemiyoruz.
Tertemiz bir oruç, tertemiz bir insan.
Edebiyatın dili, şiirin dili, sinemanın dili daha müsait olabilir anlatmaya.
Yok da ondan mı anlatamıyoruz?
Yahya Kemal’in Atik-Valde’sinden bir adım ileriye geçemedik.
Geçmek ne ki?
Kalabilseydik orada âlâ olurdu.
Paldır küldür düştük.
Yahya Kemal’in şiirdeki tesellisi, o mahcup, o ince ayrıntı... Günümüzün yağlı ekranlarından, yağlı sofralarından daha güzel.
Sinema? Anlatılamaz mı sinemayla?
Aslında müsait. Harika olur.
Fakat bizimkiler ortak olmadıkları projeye kolay kolay tahsisat vermezler.
Al gülüm ver gülüm.
Hani bir şiir var. Gül kokulu bir medeniyet şiiri. Kul Nesimi’nin.
“Gülden terazi tutarlar/Gülü gül ile tartarlar/Gül alırlar gül satarlar/Çarşı Pazar güldür gül”
İşte o güzelim şiiri bizim neslimiz ‘al gülüm ver gülüm’e çevirdi.
Çare yok hocaları dinleyeceğiz.
Dediğini yap, yaptığını yapma!