Lale şatafatlı. Biraz Osmanlı. Lale’yi, Hindukuş’lardan, Pamir’lerden Anadolu’ya Türkler getirmiş. Yani çok yerli değilse de, çok milli bir çiçek.
Milli deyince işin içine din de karışır mı?
Ulusal mı deseydik?
Artık hangisini beğenirseniz.
Avrupa’ya bizden bulaşmış lale. Hollanda -affedersiniz- lale manyağı olmuş.
Abartmıyorum, ekonomide ‘tulipomani’ diye bir tabir var. Varlıkların değerinin aşırı derecede sapmasına diyorlar.
Sebebi tamamen lale piyasası, menşei de Hollanda’dır.
Hoş, biz de bir dönem -Patrona Halil keyfimizi kaçırıncaya kadar- lale manyağı olmuştuk.
Dünyada hangi milletin ‘Lale Devri’ diye bir devri var?
(Lale Devri adlandırmasını büyük şairimiz Yahya Kemal’e borçlu olduğumuzu hatırlayalım.)
Sonra bizdeki laleler yok oldu. Kendi lalemizi kaybettik.
Refahlı belediyeler döneminde yeniden laleyle haşır neşir olduk.
İyi de oldu.
Lalezar nedir, gözümüzle gördük.
Tam burada, Nedim’i hatırlayalım mı?
“Erişti nevbahar eyyamı, açıldı gül-i gülşen
Çerağan vakti geldi, lalezarın didesi ruşen
Çemenler döndü ruy-i yare, reng-i lale vü gülden
Çerağan vakti geldi, lalezarın didesi ruşen”
Bana bu şiirin izahını yaptırmayın ne olur. Dokununca bozuluyor!
***
Erguvan füsunkar, hem Bizans, hem Osmanlı.
Bizans olunca söylemek lazım, Hristiyan kültüründe de hatırası var.
İsa Peygamber’i ‘öperek’ ihbar etmiş havari Yahuda.
Öperek nasıl ihbar edilir?
Romalı askerler kimin İsa olduğunu anlayabilsin diye, Yahuda, İsa Aleyhisselam’ı yanağından öpmüş. Böylece askerler İsa’yı kolayca yakalamış.
Yanağı, güya utançtan, erguvan gibi kızarmış Yahuda’nın.
Bu ihbar için Yahuda’ya 30 gümüş dinar vermişler.
Günahı başlarına. Hristiyanların eski kitaplarında böyle anlatılıyor.
Fakat sonradan Yahuda pişman olmuş. Kendini bir erguvan ağacına asmış.
O güne kadar erguvanın çiçekleri beyazmış.
Yahuda kendini o ağaca asınca, çiçekler utancından kızıla dönmüş.
Bu yüzden, batılılar Yahuda Ağacı diyorlar erguvana.
***
Bakmayın renklerindeki ihtişama, mazilerindeki imparatorluk öykülerine, Erguvan da lale de, ‘fena’ çiçeklerdir.
‘Fena’yı çağırırlar.
Açtıklarında muhteşemdirler. Çok durmazlar, başınızı bir müddet döndürüp, kaybolup giderler.
Hele erguvan, Pazartesi köşe başındaki duvardan yola doğru sarkarken Cuma günü bakmışsınız sırra kadem basmış.
Bu sene laleler kayıp. Geçen senenin lale bahçeleri süklüm püklüm.
Bir parkta sadece izlerine rastladım, kuru lale kalıntıları.
Sanki, dünyaya musallat olan ‘taçlı’ virüs, laleleri yıkmış dağıtmış.
(Bu hastalık da ‘fena’yı çok hatırlatıyor. Çiçeklerin ‘fena’sını değil, insanın faniliğini.)
Fakat... Bana mı öyle geliyor, İstanbul’un ıssızlığından, sessizliğinden?
Erguvanlar bu sene ne kadar koyu ve gümrah!
Güller?
‘Fena’yı gül için de söyleyebilirsiniz.
Söyleyenler olmuş. Kerkük türküsü müydü?
“Men sene gülüm demem gülün ömrü kem olur.”
Ama bitti ki güller.
Çiçekçiye gittiğiniz zaman, bir fesleğen doğru dürüst kokar. Nasılsa fesleğenin kokusunu zapt edememişler.
Güller, tatsız, kokusuz öyle durup durur.
Aklı, ruhu bile botokslanmış süslü hatunlar gibi.
Çiçekçinin, koksun diye gülün üzerine kokulu bir sıvı fısfıslaması soylu bir çiçek için ne kadar aşağılayıcı?
Kokan gül yok mu?
Çok nadir. Çiçekçide bulunmaz da, bahçelerde belki.
Gerçek, kokusu olan bir gül gördüğümde, bir zaman orada kalıyorum.
Bugün bu çiçek işlerine bulaşmayacaktım. Başka bir yazı yazacaktım.
Gazeteye gelirken, erguvanlar gördüm.
Başka çiçekler de gördüm, adını bildiğim, bilmediğim. Allah’ım hepsi ne güzel!
Fakat beni yoldan çıkaran erguvanlar.
Haftaya bıraksam, dökülmeye başlarlar, hele yağmur, rüzgar olursa.
İyisi mi, şu koyu ve gümrah hallerini ihbar edeyim, fırsatı olanlar kaybolmadan çıkıp görsün, nasiplensin.