Düzce depreminde babamla Kaynaşlı’ya gittik. Şehre girerken bizi durdurdular. Sol tarafta bir apartman enkazı var. Yardım gönüllüleri araba sesi istemiyor. Enkazın altından gelmesi muhtemel insan sesini kaçırmamak için.
Yüzlerce ton ağırlıktaki birbirinin üstüne yığılı beton bloklarının, moloz yığınlarının altında insanı arayacaksın. Hassas bir iş. Hassas olduğu kadar kutsal. İbadet gibi.
Gibisi fazla aslında.
Gelmedi bir ses. Bir müddet bekledik, yolumuza devam ettik.
Diyorlar ki yer acayip sallanmış. Bilmem doğru bilmem yanlış, binaların önü arkasına geçmiş.
Akrabalarımız var burada. Kardeşim Berat’ın kayınvalidesi, kayınbabası. Onlarda can kaybı yoktu. Geçmiş olsun deyip kabristana gittik.
Rahmetli babacığım o gün belki elli defa cenaze namazı kıldırdı. Ben de her defasında babama ittiba ettim.
Türkiye 17 Ağustos depreminden sonra insani yardım konusunda kendisini çok geliştirdi. Belki de dünyanın en iyisidir.
Büyük tsunami felaketinden sonra Açe’ye gittiğimde beni dolaştıran şoför “Türkiye İslam aleminin onurunu kurtardı” demişti. İlk bizimkiler gelmiş.
Sonradan Açe’ye vali olan özgürlük savaşçısı Yusuf İrwani tsunami sırasında cezaevindeymiş. Onu da ziyaret ettik. Afet başlayınca herkes gibi hapishanenin kilitli olan kapısına doğru değil de tam tersi istikamete kaçıp hapishanenin çatısından dışarı çıkmayı başardığı için kurtulmuş.
Afet anında dikkate alınacaklar listesine bunu da eklemek lazım. İzdihamın olduğu tarafa doğru koşmayacaksın.
Afetten sonra Kuala Lumpur’da Açe’nin özerklik görüşmeleri başlamış.
Birkaç gün sonra Açe’ye dönmüşler.
Açe’nin bayrağı bizim Osmanlı dönemindeki bayrağımıza benziyor. Ay yıldızlı. Fakat hilali bizimkinden biraz daha kalın.
“Kuala Lumpur’daki görüşmelerden Açe’ye dönünce her tarafta ay yıldızlı bayraklar gördüm” diyor vali, “Bağımsızlığımızı ilan ettik de benim mi haberim yok diye şüpheye düştüm. Meğer sizin yardım kuruluşları çoktan gelmiş, etrafı bayraklarla donatmışlar.”
Evet, afet sonrası yardım konusunda çok iyiyiz.
Bunu afet olan yerlere bazen o ülkenin yetkililerinden önce gitmeyi başaran yardım kuruluşlarımızdan biliyoruz.
Fakat afetten önce yapılacaklar konusunda kötüyüz.
Dere yataklarına ev yapılmasına mâni olmayı akıl edemiyoruz, fakat afet evleri söküp götürdükten, insanlar sele, çamura karışıp boğulduktan sonra yaraları sarmaya koşabiliyoruz.
Ya da madenleri doğru dürüst kontrol etmiyoruz, kontrol ettiysek bile gereğinin yapılıp yapılmadığını takip etmiyoruz.
Tedbire riayet edilmeyen madenlerin kapısına kilit vurmuyoruz.
Maden patladıktan, madenciler toprağın altında kalıp öldükten sonra kurtulabilenleri hastaneye yetiştirmek için koşuyoruz.
Sonra da Soma’da yaptığımız gibi sorumluların yargılanma sürecini kurcalıyoruz.
İşçiler öldü gitti bari patronları kurtaralım!
Ya da binaları sağlam yapmıyoruz, çürük binaları sağlamlaştırmıyoruz.
Binalar depremde çöküp, beton bloklar, taş, tuğla, kerpiç yığınları insanları öldürdükten sonra yardım kuruluşları koşuyor, enkaz arasında bir boşluk bulup hayatta kalmayı başaran insanları kurtarmaya çalışıyor.
Siyasetçilerimiz de hemen afet mahalline koşup “Hayatını kaybeden canlarımıza Allah’tan rahmet, yaralılarımıza acil şifalar” diliyor.
Tamam, dileyin.
Fakat depremden önce yapman gerekenleri yapsaydınız, binaları güçlendirseydiniz, hayatını kaybeden canlarımızın sayısının çok daha az olacağını da azıcık düşünün.
Önceki gün Türkiye genelinde ve Kıbrıs’ta “Çök, kapan, tutun” tatbikatı yapıldı.
Doğru bir tatbikat.
Tekrar tekrar yapılması lazım. Okullarda, işyerlerinde insanların bilinçlendirilmesi lazım.
Jeologlara soracak olursanız İstanbul depreminin eli kulağında.
17 Ağustos depreminde dersimizi almış olmamız gerekiyordu.
17 Ağustos 1999. Üzerinden 23 sene geçmiş.
Dersimizi almamışız.
Şu anda İstanbul’da takviye edilmesi gereken 600 bine yakın bina var.
İdarecilerimiz insanların hayatını önemseseydi 23 senede yapılırdı.
Yapmadılar.
Bugün bile hiç aceleleri yok.
Tamam, biz çökelim, kapanalım, tutunalım. Ama sen de binaları yap.