Sabah İstanbul sallandı, endişe edelim mi etmeyelim mi?
Güzel soru.
Aslında güzel değil de soru, verilecek muhtemel cevaplar için iyi bir fırsat sunuyor.
Bugüne kadar dinlediğim deprem hikayelerinden, ilmi yorumlardan, istatistiki sunumlardan, gördüğüm yıkık evlerden, enkazlardan edindiğim tecrübe -ki bu ilmi bir birikim değil, sadece hayat tecrübesi- beni şöyle bir cevap vermeye sevk ediyor.
Eğer dün sabah İstanbul sallanıncaya kadar herhangi bir İstanbul veya Marmara depreminden endişe etmiyor idiysen, istifini bozma kardeşim. Endişe etmemeye devam et.
Çünkü yeni bir şey yok.
Evet, Silivri açıklarında bir fay hareketi oldu.
Ama bu hareketin İstanbul depreminin habercisi olması gerekmiyor.
İstanbul depreminin habercisi zaten haberi verdi.
Bütün ilim adamları, bütün jeologlar üzerinde ittifak ediyor.
Marmara fayının İzmit Körfezi’nden Tekirdağ açıklarına kadar olan kısmı yakın gelecekte kırılacak kardeşim.
Hem de fena kırılacak.
Dünkü 4,6’lık deprem olmasa da kırılacak, olsa da kırılacak.
Yani sırf bu deprem yüzünden endişeye kapılacaksan kapılma.
Belki de vurdumduymaz bir tipsin.
Alnımıza yazılıysa başımıza gelir diyorsun.
Bu, başına bir şey gelmediği sürece doğru bir felsefedir.
Başına bir şey geldikten sonra da felsefenin doğru olup olmamasının hayatta fazla bir karşılığı yoktur.
Olsa olsa, arkandan ‘rahmetli şöyleydi böyleydi’ diye konuşurlar.
Yine de biz insanlar, bazı şeylerden arada bir nedensellik bağı olmasa etkileniriz.
İstanbul sallandı, eyvah, deprem ‘geliyorum’ dedi!
Rahmetli dedemin kendi kader yaklaşımını yansıtan okkalı bir lafı vardı.
“Yanacak ev kırk gün evvelden yağlanırımış.”
Kim yağlarmış?
Ne yağıyla yağlarmış?
Nereden bileyim? Belki de melekler, belki de görünmeyen bir yağla...
Dedemin felsefesiyle devam edeceksek, İstanbul deprem için çoktan ‘yağlandı.’
17 Ağustos depreminden önce belki cahildik ama 17 Ağustos’dan sonra üzerimize yağan enformasyon, bölgemizde yaşayan yaklaşık 30 milyon insanı korkunç bir şekilde sallayacak büyük bir depremin sırada olduğunu bize öğretti.
Öğretti de ne oldu?
Hazır mıyız depreme?
Prof. Cenk Yaltırak’a göre hazır değiliz.
17 Ağustos’tan sonra inşaat mevzuatı değişmedi mi, daha sağlam binalar yapmıyor muyuz?
Yapıyoruz ama, o mevzuat, çökmeleri, yani depremin yukarıdan aşağı uygulayacağı kuvveti hesap etmekle birlikte salınımları, yani zeminin ileri-geri, sağa sola kaymalarını dikkate almamış.
(Bu arada, depremle ilgili bir önceki yazımda Cenk Hoca’nın bir ifadesini yanlış aktarmışım. Düzelteyim.
Beklenen Marmara depreminin 2,5 dakika süreceğini yazmışım.
Oysa Yaltırak, Los Angeles’te fay hattına 200 km mesafedeki bir gökdelenin alt katlarının 25 saniye, 50. Katının ise 2,5 dakika sallandığını söylemiş. Ve, “Deprem kimi yüksek binalarda 2,5 dakika sürebilir” demiş.
Cenk Hoca’ya göre ‘beklenen’ deprem 45 saniyeden fazla sürecek ve büyüklüğü en az 7,5 olacak.)
Depreme hazır olmayışımız sadece inşaat mevzuatıyla ilgili değil.
Şehirde enkazı kim kaldıracak?
Enkaz altındaki insanları kim kurtaracak?
Şu sıkışıklıkta kim, nereye koşabilecek? Hangi otomobil, hangi kamyon, hangi ambulans, hangi yoldan, hangi hastaneye gidecek?
İstanbul, depremde insanların toplanabileceği alanlardan mahrum. Tek tük alanlara da AVM’ler, gökdelenler yapılıyor.
İnsanlar nerede toplanacak?
İstanbul nasıl tahliye edilecek?
İstanbul dışından gelecek yardım, İstanbul’a nasıl girecek?
Bunların hiç birini bilen yok.
Bütün bunlar gösteriyor ki, bizler ve bizi yönetenler, henüz vaki olmamış bir depremden korkmuyoruz.
Korksak, 20 senedir bir tedbir alırdık.
Sadece, deprem bizi sallamaya başlayınca kaçacak yer arıyoruz.
Bu verilere bakarak cesur bir millet olduğumuz sonucuna varabilir miyiz?
Biz tuhaf bir milletiz, varırız.
Peki, aynı verilere bakarak akıllı olduğumuz sonucuna varabilir miyiz?