Ne zaman yakalandım Cahit Zarifoğlu’na?
İns miydi yoksa Yedi Güzel Adam mı?
En ziyade Balıkesir’e kadar gidebilirim. İmam-Hatip yıllarına.
Mustafa Hamidoğlu adında bir öğretmenimiz var. Diyarbakırlı.
Bir kitabevi açtı Salı Pazarı’na yakın.
O yıllarda Diriliş çıkıyordu. Mustafa Hoca, Allah razı olsun, getiriyordu.
Mavera yeni çıkmıştı, o da geliyor.
Edebiyat da geliyor. Edebiyat Yayınevi’nin kitapları da...
Demek ki Zarifoğlu’nu ilk o günlerde okumuşum.
Biz, o çağımızda, Akif’in, Necip Fazıl’ın dilini anlıyoruz.
Fakat, bu kitapların dilini çözemiyoruz.
Biraz yorulmamız lazım.
Yorulduk.
Yorulmanın faydasını hayatımız boyunca gördük.
Nedir faydası? İstikbalimizi mi kazandık? Köşeyi mi döndük?
Yoook! Ne gezer!
Ama anlamayı öğrendik.
Okuduğumuz metinlere, muhtemelen yazarlarının veya şairlerinin bile yüklemediği anlamlar yükleyerek, yeni, yüceltilmiş metinler haline getiriyoruz.
Metinleri gererek, esneterek, bükerek, döğerek.
Böyle okumalar, insanı salaklaştırabilir.
Hiçbir metnin, hiçbir şiirin kendisini tadamayabilirsin.
Öyle tuhaf bir idrak düzeyine gelirsin ki, hiçbir şeyi doğru idrak edemezsin.
Her kelamın arkasında kelamda olmayan, kendi uydurduğun muhayyel cevherler görürsün.
Hayata da salak salak bakarsın. Hiçbir şey o şey değil. Her hadisenin arkasında illa ki senin uydurduğun başka bir senaryo var.
Bunun misallerine rastlamışsınızdır.
Fakat, o ilk bakışlar, el yordamıyla, ruh yordamıyla anlamlandırmalar temrin yerine geçerse, aklın, dimağın, duyguların idmanı yerine geçerse, daha kıvrak, daha geniş bir idrak seviyesine erişebilirsin.
Ben galiba talihliydim. Cahit Zarifoğlu’nun, evvela ‘Yedi Güzel Adam’ıyla karşılaştım.
“Bu insanlar dev midir
Yatak görmemiş gövde midir”
“Çekip pırıl pırıl mavzerler çıkardılar oyluk etlerinden
Durdular ite çakala karşı yârin kapısında.”
Evet, mavzerlerin oyluk etlerinden çıkması bilmediğimiz bir hikmete mebni olabilir, ama ‘ite çakala karşı durmak’ yahut ‘Yatak görmemiş gövde’ ‘ideoloji’nin kanımızı kaynattığı ilk gençliğimizde, bize uyuyor.
Eğer evvela ‘İşaret Çocukları’na rast gelseydim, itiraf edeyim, uzun zaman Cahit Abi’nin şiirine yaklaşmazdım.
Sonraları ünsiyet kurabildim. Edebiyat öğretmenlerinin kafamıza soktuğu şu muzır, şiiri tercüme eder gibi okuma saçmalığından kurtulduktan sonra.
Şiir yürüyor, seyret onun yürüyüşünü. Seyret onun akışını, yerden kaynayışını, gökten yağışını. Bırak, dökülsün üstüne. Yüzüne sür, saçlarına sür, gövdene sür.
Gene yoldan çıktım değil mi?
Mazur görün, iki gündür Cahit Abi’nin şiirlerini okuyorum.
“Önce sağlam olmalı arkam
O ince gelin
Belirir hemen ardında erin
1000 yıl durmadan en atmış bir çınar gibi”
Harika!
İşaret Çocukları’nda da var öyle kadınlar.
Yalnız, burası ‘İşaret Çocukları’nın kolay yeri:
“Anam yeşil hırkalar görürdü düşünde
Daha ilk güzelliğinde
Alnını iki dağın arasına germiş
Bir devin göğsüne benzer
Göğsünden dualar geçermiş”
Kadının kuşatıcılığına bakar mısınız?
Erdem Bayazıt’ın “Göğüsleri Çukurova gibi münbit, evlerinde dağ gibi oturan kadınlar”ını hatırlamadınız mı siz de?
Bir formülü yok şiire yaklaşmanın. Hele de Zarifoğlu’nun şiirine...
Niyetin varsa, içinde arzu varsa, Allah da seni, şiire yaklaşacak ‘hassa’dan nasiplendirmişse...
Nasibin kadar yaklaşırsın.
Faydası olur, çok yazdı Zarifoğlu. Nesirlerini oku, anılarını, ‘Yaşamak’larını.
İpucu bulursun.
Fakat ‘formül’ veya ‘şifre’ bulamazsın.
Çok kurcalama. Hele asla tercüme etmeye kalkışma.
“Ağaçlara kılıçlara benzer çocuklar çıkıyor/erikleri itiyorlar/erikler onları yırtıyor”
“Her şey kendi yerinde/Taşın içindeki böcek/Ki inanır/Ve çatlar taş”
Bunları tercüme edersen, bunlar ölür.
Cahit Abi bir yazıda bitemez.
Akif İnan’ın dediği gibi “Cahit, şiirimizin son dönemdeki dâhisidir.”
Benim içime doğan cümle, biraz Akif Abi’nin sözünün çağrıştırması.
Bir şiir velisiydi Cahit Abi.