Burada, hafta sonlarında biraz şiirle meşgul oluyorum. Bu beni siyasetin haşin havasından bir günlüğüne de olsa kurtarıyor.
Yazarken bir kronoloji gözetmiyorum.
Bir silsile-i meratip de takip etmiyorum.
Ne derler? Doğaçlama. Aklıma
kim düşerse.
Bazen bir şairi özleyip yazıyorum. Bazen bir mısra dilime dolanıyor, o mısraın şairiyle vakit geçirmek istiyorum.
Bazen de, yazmak lazım deyip yazıyorum.
Şair sağcıymış, solcuymuş, ona da
bakmıyorum.
Kimin şiiriyle alışverişim olduysa
yazıyorum.
Bir uzman olarak değil, şiirsiz bir hayat tahayyül edemeyen biri olarak, şiiri şu dünya hayatının nimetlerinden sayan biri olarak...
Bazen, ‘niye İsmet Özel’i yazdın?’ veya ‘niye Nazım Hikmet’i yazdın’ diye biraz tenkit havasında sual eden oluyor.
Onlara da bir diyeceğim yok. Belli ki ‘şiirşinas’ birinin sorusu değil. Allah bahtını açsın. Allah iyilerle karşılaştırsın, ne diyeyim?
“Ulan Ankara ben senin oğlun değil miyim?”
Ve “Sultaniyegah.”
“Çemşid Hun oturmuş tavşan kanı çay içiyor.”
***
Bunlar, arkasında bir takım hatıralarla geçti gözlerimin önünden.
Anlayacağınız, Attila İlhan’ın şiirini özlemişim.
Şiiri kendine mahsustur Attila İlhan’ın.
Sahipsiz kalmamıştır. Bilhassa bizim kuşağımızda, muhatabına ulaşmıştır.
Karşılık bulmasını, biraz da, eski şiirden tevarüs ettiğimiz ahengi inkar etmemesine borçludur.
Divan şiiriyle barışıktır Attila İlhan.
Kemalistliğine karışmıyorum.
Sınırlayıcı buluyorum bir entelektüel için, bir şair için.
Fakat, Attila İlhan’ın şiiri, bir ideoloji gibi sınırlara hapsolmuş sayılmaz. Evet, biraz solculuk. Ama biraz da şiir ne isterse o...
Aşksa, aşk. Şehirse şehir.
“Sisler Bulvarı” ne şiirdi be!
“sisler bulvarına akşam çökmüştü
omuzlarımıza çoktan çökmüştü
kesik birer kol gibi yalnızdık”
“sisler bulvarında öleceğim
sol kasığımdan vuracaklar
bulvar durağında düşeceğim
gözlüklerim kırılacaklar
sen rüyasını göreceksin
çığlık çığlığa uyanacaksın
sabah kapını çalacaklar
beni görünce taş kesileceksin
ağlamayacaksın! Ağlamayacaksın!”
Bizim ilkgençliğimiz 70’lere denk düşüyor.
Sisler bulvarı tam o sisli havaların şiiri.
Ben hiç çekinmeden, Attila İlhan’a ‘büyük şair’ derim.
“ben sana mecburum/adını mıh gibi
aklımda tutuyorum.”
Bu, şiirimizin içine ‘mıh gibi’ çakılı
bir güzelliktir.
“Fatih’te yoksul bir gramofon çalıyor
Eski zamanlardan bir Cuma çalıyor
Durup köşe başında deliksiz dinlesem
Sana kullanılmamış bir gök getirsem
Haftalar elimde ufalanıyor
Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem
Ben sana mecburum sen yoksun”
İstanbul, şiir gibi bir şehirdir.
Başka şehirleri bilirim, dünyada güzel
şehirler var.
Fakat en güzeli İstanbul’dur.
***
Necip Fazıl, Yahya Kemal, Orhan Veli, hep İstanbul’a meftun şairler.
Attila İlhan’ın ‘İstanbul Ağrısı’nı ben İstanbul şiirleri arasında itibarlı bir yere koymak isterim.
Bir başka İstanbul şiiridir o.
Heyecanlıdır.
Okurken tüylerini diken diken
eder adamın.
“sonbahar karanlıkları tuttu tutacak
Tarlabaşı pansiyonlarında bekarlar buğulanıyor
imtihan çığlıkları yükseliyor üniversiteden
Tophane İskelesinde diesel kamyonları sarhoş
direksiyonlarının koynuna girmiş bıçkın şoförler
uykusuz dalgalanıyor
ulan İstanbul sen misin
senin ellerin mi bu eller
ulan bu gemiler senin gemilerin mi
minarelerini kürdan gibi dişlerinin arasında
liman liman götüren
ulan bu mazut tüküren bu dövmeli gemiler senin mi”
Tabii ki şiir bir bütündür. Benim burada aktardıklarım tadımlık.
Hatırlansın diye art arda sıralıyorum:
“Böyle bir sevmek görülmemiştir.”
“Aysel git başımdan ben sana
göre değilim.”
“Ne kadınlar sevdim zaten yoktular.”
“O mahur beste çalar Müjganla
ben ağlaşırız.”
“Garson masa iyi manzarayı değiştir
Sırası mı mehtabın yıldızın yağmurun
Bu gece yalnızım onlar gelmeyecek.”
Attila İlhan şiiriyle bugün
bu kadar meşk yeter.