Galiba biraz geç kaldım. Ama unutmadım.
Çünkü Aşure unutulamaz. Sadece yazıya dökmekte birkaç gün geç kaldım.
Muharrem’in 10’una ‘Aşure’ diyoruz. Bugün Muharrem’in 14’ü. Demek hala Aşure haftasındayız.
Öyleyse soralım.
Kültürel bir ‘motif’ mi Aşure?
Folklorik bir olay mı?
İslam geleneğinde Adem Aleyhisselam’ın tevbesinin Aşure günü kabul edildiği rivayet edilir.
İbrahim Aleyhisselam’ın Nemrut’un ateşinden kurtulduğu gün de Aşure’dir.
Musa Aleyhisselam’ın Kızıldeniz’i asasıyla yararak Firavun ve askerlerinin takibinden kurtulması Aşure günü.
Belki sembolik olarak böyle, belki tarihi gerçeklik bu. Bilmiyoruz.
Doğruluğunu teyit edecek bir başka veriye de sahip değiliz. Ne bir takvim, ne bir kayıt.
Ne olursa olsun, İnsan’ın yeryüzündeki hikayesi açısından bir değer atfediliyor Aşure’ye.
Bu değeri bir yere koyalım.
Günümüze en çok yansıyan öykü Nuh Aleyhisselam’la ilgili.
Nuh’un gemisinde erzak tükenmiş. Her şeyden az az kalmış. Biraz buğday. (Fasulye olması mümkün görünmüyor çünkü fasulye eski dünyaya Amerika’dan geldi.) Belki biraz nohut. İncir, üzüm, başka nevaleler.
Tufan bitmek üzere. Gemi belki yarın Cudi’nin eteklerinde karaya oturacak.
Gemi karaya çıkmadan önce, son olarak, gemi halkına o nevalelerden bir yemek hazırlanıyor.
İşte, Muharrem ayında yapılması adet olan aşure o aşure.
Belki yenecek bir şey olduğu için, aşureyle ilgili en yaygın ritüel de bu öyküye dayandırılıyor.
Öyleyse annemiz aşure yapsın, yiyelim, Nuh Aleyhisselam’ın gemisini hatırlayalım.
Aşureniz güzel olmuş, eline sağlık, diyelim.
Bu aşure biraz sulu. Bunun şekeri fazla kaçmış galiba. Bunun da şekeri az. Gerçi sağlık için daha iyi ama...
Bunlar güzel de...
Tarihin daha yakın zamanlarında vaki olmuş, gerçekliğini de teyit etme imkanına sahip olduğumuz, 10 Muharrem’e denk düşen bir başka hadiseyi ihmal etmemek kaydıyla.
Aşure tatlısı çevresinde dolaşan, başını kaldırıp bir adım ileriye bakamayan bir Aşure bilinci, her halde bilinçsizliktir.
Tatlıyı yiyorsun ve tatlıyla birlikte Aşure gerçeğini de yiyorsun.
Hani Hüseyin?
Hani Âl-i Beyt?
Hani gözü dönmüş kudretin hakikati atlarının nalları altında ezdiği, hak ile yeksan ettiği Kerbela?
Kufe’de, Müslim Bin Akil’in etrafında, Hz. Hüseyin’in gelmesini bekleyen on binlerce Kufeli var.
Fakat, Yezid’in şiddetinden korkuyor Kufeliler.
Akşam namazına arkasında on binlerce cemaatle başlayan Müslim Bin Akil, namaz biterken sağa selam veriyor, kimse yok, sola selam veriyor, kimse yok.
Bunu hatırlamadan geçebilir miyiz Aşure’yi?
Diyelim, aşure tatlısı folklorik.
Kerbela’da dökülen masum kanları da mı folklorik?
Sınırsız gücün hakk’ı imha ettiği, Ehl-i Beyt’in cesetleriyle birlikte Peygamberimiz’den tevarüs etmemiz gereken ‘ilke’yi de çiğnediği büyük katliamdan dersimizi almadan mı geçiştireceğiz Aşure’yi?
Hüseyin’in veya Yezid’in tarafında olmak 1340 sene öncesine dair, o seneyle sınırlı, tarihin o köşesinde bırakılacak bir olgu mudur?
Bugün ve gelecekte bu büyük hadiseden alınacak hisse, ibret yok mudur?
Ya Kerbela’dan sonra tarihimizin yöneldiği istikamet?
Muhammed Abid Cabiri’nin tabiriyle ‘İslam aklı’nın maruz kaldığı ve bir türlü giderilemeyen arızalar?
Bugün, bunların üzerinde durabilecek, tartışabilecek bir akıl selametine sahip miyiz?
Var mı öyle tarihçilerimiz, kelamcılarımız?
Tarihi sadece nefsimizi okşadığı durumlarda roman gibi okuyup, film gibi seyretmek...
Bizi sarstığı, bizi utandırdığı, bize sorumluluk yüklediği durumlarda ‘aman ağzımızın tadını bozmasın’ diye civarımızdan uzak tutmak...
Bu mudur tarihe bakışımız?
Ondan mı Aşure’yi gurmeler gibi konuşuyoruz?