Doğu Batı Arasında İslam’ı okurken İzetbegoviç’in, sorumluluğunun bilincinde olan bir insan olarak, neye, hangi noktaya, hangi seviyeye ulaştıysa hak ederek ulaştığını düşünüyorum.
Şu anlama geliyor hak ederek ulaşmak:
Çalışıyorsun, haberdar olduğun hiçbir fikri küçümsemiyorsun, her birini dikkate alıyorsun. O fikir hakkında bir yargıya varmak için çabalıyorsun. Hepsiyle cedelleşiyorsun. Bunun için okuman gerekiyorsa okuyorsun, yaşaman gerekiyorsa yaşıyorsun.
Hristiyanlığı öğreniyorsun, Yahudiliği, Marxizm’i, doğuyu, batıyı öğreniyorsun, hepsini düşünce dünyanda yerli yerine koyuyorsun.
İslam’ı ebeveyninden tevarüs ettiysen bile tevarüs ettiğin halinde kalmıyorsun. Onu yeniden anlıyorsun.
Tamam, anladım, bir sonuca ulaştım, veleddâllin âmin.
Demiyorsun.
Vardığın sonucu benliğinle harmanlıyorsun.
Onunla yaşıyorsun, varlığını onunla anlamlandırıyorsun.
Bedeli neyse, ödüyorsun.
Hapisse hapis, savaşsa savaş, barışsa barış.
İnsanın, iman ve hayat olarak ikiye bölünmediği bir dünya İzetbegoviç’in dünyası.
Hani biz dinle dünya işlerini birbirine karıştırmıyoruz, dünyayla meşgulken dini, dinle meşgulken dünyayı dışarıda bırakıyoruz.
Bir şizofreni hali, ruhumuzu ikiye bölüyoruz.
Parçalanmış bir ‘hüviyet’le bazen dünyayı ama daha sık dini ihlal ediyoruz.
Sonra da bu çelişik halleri hacla, umreyle, hayır hasenatla telafi ettiğimize kendimizi inandırmaya çalışıyoruz.
Aliya öyle değil, bir tane Aliya var.
Bazen Aliya’nın, Allah’ın Müslümanlara 20. Yüzyıldaki son armağanı olduğunu düşünüyorum.
‘Gök kubbenin altı boş değildir’ derler, belki bilmediğim başkaları vardır.
Ama Aliya İzetbegoviç sadece entelektüel derinliğiyle değil hatta ondan daha fazla mücadelesiyle, tevazuuyla, sabrıyla, liderliğiyle, faziletiyle, insanlığıyla yüz akıdır.
Sadece Müslümanların değil, insanların.
“Allah nefse taşıyacağından fazlasını yüklemez.”
Aliya taşıyabileceğinin azamisini taşıdı o zorlu savaş yıllarında.
Sarayevo kuşatma altındaydı.
O, şehrini, ülkesini gücü yettiği kadar korudu, halkının başından ayrılmadı.
Bana Aliya’yı dünya gözüyle görmek nasip olmadı.
Ama sevmek nasip oldu.
Bazen umulmadık bir şey, basit gibi görünen ama sizi kalbinizden vuran bir şey sevginizi kamçılar.
Bilen biliyor, dostum Süleyman Gündüz savaş sırasında Bosna’yla çok yakından ilgilendi.
Cumhurbaşkanı Özal’dan randevu alıp Özal’ın ilgisini Bosna’ya celbeden de Süleyman’dır.
1993’te Dakar’da toplanan İslam Konferansı’na Özal ve İzetbegoviç aynı uçakta gittiler.
Uçakta o günlerde Özal’a danışmanlık yapan Süleyman Gündüz de vardı.
Yolda konferans gündemini, Bosna için neler yapılabileceğini birlikte değerlendirdiler.
Süleyman ikisine de danışmanlık hizmeti verdi.
Süleyman, uçakta karşı karşıya otururlarken bir ara Aliya’nın bacak bacak üstüne attığını anlattı.
Bacak bacak üstüne atarken pantolon paçasının altından Aliya’nın çizgili pijaması görünmüş. Paçası çorabın içine sokulmuş pijama.
Harika!
Evet, bir devlet adamı.
Bir lider.
Ama bir hanenin babası.
Tıpkı benim babam gibi, pantolonunun altına pijama giyiyor.
Böyle bir şeyden haberdar olmak sevgiyi arttırır mı? Adamın sevilecek, hayran olunacak başka birçok niteliği, mesela kahramanlıkları varken?
Arttırır.
Çok hatırası var Süleyman’ın Aliya’yla. Aktardıkları arasında bir cümle var, paha biçilmez.
Şöyle dermiş Aliya:
“Müslüman bir siyasetçinin yolsuzluk yapmasını aklım almıyor.”
Hakikaten, akıl alacak gibi değil.
Bizim de aklımız almıyordu.
Fakat maalesef.
Hem de nasıl esef!
Çok üzücü bir tecrübeydi ama… Artık aklımız alıyor!