Ahmetlerin evi. Demetevler’in sonuna doğru, Oğuzlar Camii’ne yakın.
Hangi Ahmet? Ahmet Şirin. Önceleri şair, sonraları maliyeci.
Güzel evdi.
Biz, cemaat değildik, tarikat değildik, hepimiz kendi kafamızda genç adamlardık ve birbirimizin evine çok giderdik o zamanlar.
Bir fikrimiz yok muydu? Vardı elbette.
Tabirimi mazur görürseniz -başka tabir henüz icat edemedik- İslamcıydık.
O fikrimizde de lüzumu halinde ihtilafa düşmeye hazırdık ve ihtilaflar bizi birbirimizden uzaklaştırmazdı.
İdeoloji tek başına izah etmez. Daha esaslı bir şey vardı.
Okuyorduk biz. Hatta yazabilenlerimiz, yazıyordu.
Kitapların, dergilerin, kitabevlerinin, dergi yönetim yerlerinin günlük hayatımızda bir yeri vardı.
Neden başkalarıyla değil de bu arkadaşlarla haşır neşir olduğumuzun izahı bu uğraşlardı.
Niye lafı uzatıyorum ki ben?
Turan Koç’la ve Hayri Maraşlıoğlu’yla Ahmetlerin evinde mi tanıştık?
Onlara, “Dünyanın en güzel Kayserilisi sizsiniz” dediğimi, onların da birbirlerine bakıp, “Doğru söylüyor bizden başka var mı” gibi bir cevap verdiklerini hatırlıyorum.
Belki, sıkıyönetim zamanı, Turan Abi’nin yedek subaylığı zamanında, Süleyman Özdil’le bulvarda yürürken Güven Park’taki nöbet yerine uğrayıp muhabbet etmelerimiz biraz daha eskidir.
Şiir gibi bir adamdı Turan Koç. Hâlâ da öyledir. Çok seyrek mümkün olsa da, yüzünü görmek ferahlatır beni.
Kitaplarımın arasında ‘Kan Gibi Vakte Düşen’i bulunca da sevindim.
“sokaklarda düşüp kalkmışım sensiz
bağrımı alıp götürmüşler duymamışım
yol kesilmiş, taş sürülmüş saçlarında; duymamışım
bir yanım uzanırken beyaz
bir yanımı senden sürmüşler duymamışım”
İşte, o zamanların şiiri.
“yarim/gözlerime bak/bir bardak su gibi, bir an yüreğimi/boşaltabilirim toprağa”
“yarim/güllere kötü baktım; yorgunum/güllere kötü baktım günah işledim/bir derviş gölgesi gibi titreyen ellerimden/bütün zulümleri tutabilirim”
Bu son mısraları Ramazan Dikmen’in mırıldandığını hatırlarım.
Yani dostlarımızın ve dostlarımızın yazdığı mısraların hayatımızda yeri vardı.
Şu mısraları ilk Edebiyat’tan okudum diye hatırlıyorum. Kitapta görünce hemen tanıdım.
“yoksa aşk/bu adam mı/bak, filama taşımaktan/bak, gözleri/aşk bu adam mı”
Şairin muradı başka olsa da, Nuri Pakdil’i düşündürür bana bu mısralar.
Şunu söylesem mübalağa olmaz.
Bu şiirlerde ve Edebiyat mektebinde dirsek çürütmüş bütün şairlerin şiirlerinde Nuri Pakdil vardır.
‘Birkimseler’e bakın mesela.
“bir yıkımdan mı artakaldık/bir anlamda/bir cinayetten mi kurtulduk/bir alanda”
“ey yenilginin kabaran dili/koyulaşan kelime/girerken bir dua gibi yalnız/evlere/çıkarken bir umut gibi diri/kitaplardan.”
Ve ‘Her gece Ay Damlar Kudüs’e.’
Altında bir not:
“Sabra ve Şatilla’nın Hizasında.”
“Haziranda/saçlarım karadır/yerdeyim/alnımı bir ay soğutuyor Hayfa tarafından.”
“Zeytinliklerden hışırdayarak yükselen bir ay/akıyor göğsüme/yaram akıyor/bu yakın gecede/daha bir seviyorum kanlı giysilerimi”
“Yedi Güzel Adam’a Ek” şiirini okumasam olmaz.
Yedi Güzel Adam’ı kimsenin bilmediği zamanlar.
Cahit Zarifoğlu’nun bu dünyadan göçtüğü zamanlar.
“Yaşamak ki çoook ince bir sanattır/öyle yaşadı/yer gök şahit/ve çocuklar için yazdığı ketaplarda/anlattığı masallara önce kendisi inandı/şair Cahit.”
“Ve bir gün kalkıldı ki sofralardan/güneş bir mızrak boyu yükseldiğinde/Haziran’da/bahçelerde güller açmış kırmızı/ay yelkeni rüzgar doldurmuş açıklarda/menzili çoktan geçmiş Cahit/hamd ü senalarla/palalarla”
“-Cahit gel ordan!
-Ben gelmem ordan”
Ben şimdi, gençlik yıllarımın Ankara’sında dolaşıp gelmiş oldum.
Özlem giderdim.
O Ankara’yı bir daha bulamam, kaybettim.
Ben mi Ankara’yı kaybettim, Ankara mı kendini kaybetti?
Yoksa biz, hepimiz, ümitlerimizi, aşkımızı mı kaybettik?
Bir güruh geldi de hepsinin üstüne incir ağacı mı dikti?
Ama şiirler duruyor, hatıralar duruyor.
İşte bu yazı, hatıralarımızın tertemiz olduğunun ve üstüne incir ağacı dikemediklerinin resmidir.