Cumhurbaşkanı’nın Türkiye’yi İstanbul Sözleşmesi’nden çekmeye yetkisi var mı?
Var gibi görünüyor.
Meclis Başkanı Mustafa Şentop da bu görüşe uygun konuşmayı tercih ediyor.
Mamafih prosedürle ilgili itirazlar getirilebilir.
İstanbul Sözleşmesi Meclis’in aldığı bir karardı, sözleşmeden çekilmenin de Meclis marifetiyle kotarılması nezakete daha uygundur denilebilir.
Diyenler var zaten.
Muharrem Sarıkaya Habertürk’teki röportajda aslında kuvvetli bir soru sordu.
“Bir gün Cumhurbaşkanı gelip ben Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden (AİHS) çekildim derse veya Montrö’yü tanımıyorum, feshettim derse...”
Şentop, sorunun ağırlığıyla mütenasip bir cevap vermedi.
“Teknik olarak yapabilir” demekle yetindi.
Doğrudur, teknik olarak birini yapabiliyorsa ötekini de yapabilir.
Fakat, AİHS’den çekilmenin siyasi sonuçları İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmekle aynı değildir.
‘Geleceğini Avrupa’da gören’ bir ülkenin AİHS’den çekilmesi Avrupa ile olan bağlarının en önemlilerinden birinden vaz geçmesi anlamına gelir.
Böyle bir kararın Türkiye’nin dünyadaki konumuyla ilgili ciddi sonuçları olur.
Montrö’de ise durum daha nazik.
Malum, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra Lozan’da imzalanan Boğazlar Sözleşmesi Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki egemenliğini Boğazlar Komisyonu’na ve Milletler Cemiyeti’ne vererek büyük ölçüde sınırlandırdı.
Türkiye, 1936 yılında, çok yönlü ve yoğun bir diplomatik faaliyetin sonunda, İngiltere’nin de desteğini alarak, Boğazlar üzerindeki egemenliğini en üst kalitede olmasa da garanti eden Montrö Sözleşmesi’ni taraflarla birlikte imzaladı.
Durup dururken çıkmak istemezsin Montrö’den.
Belki bir gün çok güçlü olursan, ‘kuralları ben belirlerim’ diyebilecek hale gelirsen çıkmayı aklına getirirsin.
Meclis Başkanı Şentop AİHS ve Montrö ile ilgili soruya meselenin bu boyutuna her hangi bir atıfta bulunmadan cevap verdi.
Bu, eksik bir cevaptı.
Sonradan Marmara Denizi’ne yoğurt döküp ayran yapmanın ‘mümkün’ olduğunu ama ‘muhtemel’ olmadığını söyleyerek durumu telafi etmeye çalıştı. Ama sonradan.
Böyle bir cevabın bir Montrö tartışması çıkarması şaşırtıcı değil.
İşin buraya kadarki kısmı eni konu bir siyasi zeminde cereyan ediyor.
Yani her şey normal.
104 tane mütekait amiral, gecenin bir vaktinde ucu Kanal İstanbul projesine de değecek şekilde Montrö ile ilgili bildiri yayınlayınca iş değişiyor.
Bildirideki ifadeler tabii ki sevimsiz ama eski bildirilerdeki kadar taşkın sayılmaz.
Bir siyasetçi söylese kimse niye söyledi demez.
Veya der de, öylesine tartışılır, geçer gider.
Fakat kompozisyon... Yani ‘104,’ ‘amiral,’ ‘bildiri’ ve ‘gece yarısı’ kelimelerinin bir araya gelmesiyle oluşan resim, bütün eski kötü günlerle, darbelerle, muhtıralarla ilgili hatıraları davet ediyor.
Bildiriyi imzalayanların mütekait olması çağrışımların sökün etmesine mani olmuyor.
Olmaz. Malzeme yeteri kadar zengin çünkü.
Böyle bir imza organizasyonunu hangi mantıkla, hangi saikle yaptılar?
Darbeleri mi depreşti?
Nasıl bir netice ümit ediyorlardı?
Bildiriden sonra devlet yetkililerinin hizaya gelmesini, ürkmesini, kendilerine çeki düzen vermesini mi bekliyorlardı mesela?
Eğer öyleyse, gün görmüş eski amirallerin ülke gerçeklerinden bu kadar uzak, kopuk yaşıyor olmaları ayrıca üzücü.
Geçti o devirler. Bir daha da geri gelmesin.
Yoksa memleket gerilsin, bildiri vesilesiyle fevkalade tel’in açıklamaları yapmakta herkes birbiriyle yarışsın mı istiyorlardı?
Bunu murad ettiyseler başardılar.
Şu anda, haftalarca tartışacağımız bir amiral bildirisi gündemimiz var.
Ne diyeyim? Allah hepimize akıl fikir versin.