Amin Maalouf’u evvela romanlarıyla tanıdık. Kültürümüze aşina olan ve zaman zaman duygularımıza hitap eden temalarla örülü Semerkant, Doğu’nun Limanları, Afrikalı Leo gibi eserlerinden.
En son Empedokles’in Dostları adını verdiği ‘distopik’ romanında dünyada olan bitenlerin az çok künhüne vakıf olmasının sebep olduğu karamsarlığı dışa vurdu ve iyiliğin galip geldiği klasik sonu gerçeküstü, gerçekleşme ihtimali sıfıra çok yakın bir zuhurata bağladı.
Dünyanın insanların erişemediği bir derinliğinde yaşayan yüksek bir uygarlığın ziyaretine. Gerçi o uygarlık da dünyanın karışık hallerine intibak edemeyip firar ediyor!
Bu arada, yani romanlar devam ederken, tarihi ve siyasi yönü ağır basan ama bir sanatçı bakışının zenginliğini yansıtan, romanlarının arkasındaki birikimi çoğu zaman hatırlatan denemeleri sayesinde yeni bir Amin Maalouf’la tanıştık.
Gerçi Arapların Gözüyle Haçlılar’da (1983) bu lezzeti tatmıştık ama romanları ağır bastı, Arapların Gözüyle Haçlılar gölgede kaldı. Bence hala okunabilir.
‘Ölümcül Kimlikler,’ ‘Uygarlıkların Batışı,’ ‘Çivisi Çıkmış Dünya’ günümüz dünyasına, yakın tarihe insancıl bir bakışla bakan denemeler.
Maalouf, insanlığı Batı’nın, bilhassa Batı Avrupa’nın ‘döllediğini’ söylüyor Ölümcül Kimlikler’de.
“İnsanlık, gezegensel bir uygarlığın doğması için olgunlaşmıştı, yumurta döllenmeye hazırdı, Batı Avrupa da onu dölledi.”
“Kapitalizm, komünizm, faşizm, psikanaliz, çevrecilik, elektrik, uçak, otomobil, atom bombası, telefon, televizyon… insan hakları ve de gaz odaları. Evet bütün bunlar, dünyanın mutluluğu ve felaketi, bütün hepsi Batı’dan geldi.”
“Bu gezegenin üzerinde nerede yaşanırsa yaşansın, artık her türlü modernleşme Batılılaşma demektir.”
Tamam mı şimdi? Hepimiz batılı mıyız?
Biraz öyle, biraz değil.
İnsanlığı içinde bulunduğumuz çağa taşıyacak iyi ve kötü değerler Doğu’da da vardı.
Ancak Batı bunları keşfetti, patentini aldı, üzerine damgasını vurdu, başkasından aldıysa bile damgasını vurdu, seri üretimini yaptı, ambalajladı, sattı.
Maalouf’un yaklaşımı, eleştirilerini esirgemiyor olsa bile, Batı’nın üstünlüğünü itiraf anlamına da gelir. Bu düşünce Maalouf’un diğer eserlerine de yansıyor.
Bugün ele almak istediğim ‘Labirent/Batı ve Hasımları’ dahil. (YKY, çeviri Ali Berktay.)
Aslında bugünün sorularına cevap arıyor Maalouf. Soruyu kitabın önsözünde sormuş.
“Bugün gözlerimizin önünde yaşanan acaba gerçekten Batı’nın gerilemesi midir?”
Batı’nın hasımları kim?
Bir tane değil, birçok.
Labirent bunlardan üçünü ele alıyor. İmparatorluk Japonyası, Sovyet Rusya ve Çin.
Bu kitaptan çıkarılabilecek derslerden birini önsözünde söylüyor yazar:
“İnsanlığın başında mutlaka hegemonik bir gücün bulunması gerektiğini sanmak ve bu gücün kötünün iyisi olmasını, bizi en az küçük düşürüp boyunduruğu en hafif gelecek güç olmasını ummakla yetinmek doğru bir yol değildir. Hiçbiri -ne Çin, ne Amerika, ne Rusya, ne Hindistan, ne İngiltere, ne Almanya, ne Fransa hatta ne de birleşmiş bir Avrupa- bu kadar ezici bir konumda olmayı hak etmiyor. İstisnasız hepsi kendilerini kadir-i mutlak bir konumda bulurlarsa, kibirli, yırtıcı, zorba ve nefretlik bir çehre takınacaklardır.”
İlk silkiniş öyküsü kendi halinde, dünyadan yalıtılmış takımadalarında Şogun’ların hakimiyetinde yaşayıp giden Japonya’nın 1868’den itibaren Meiji devrimiyle makus talihini yenmesinin öyküsü.
Meiji ne?
15 yaşındaki genç hükümdar Mutsuhito’nun kendisi için seçtiği isim.
Anlamı; ‘Aydınlanmış yönetim.’ Bizim ‘meşrutiyet’i biraz andırıyor. Ama arkasındaki irade daha kuvvetli.
İstişare meclisleri kuruluyor. Kurumlar yeniden yapılandırılıyor. Okullar açılıyor. Fabrikalar, tersaneler inşa ediliyor.
Dünyanın uzağında, Pasifik’in Asya kıyılarına yakın bu sessiz ülkenin donanması 40 yıl geçmeden 1905 Mayıs’ında dünyanın büyük güçlerinden birinin, Japonlara hadlerini bildirmek için gelen Rus imparatorluğunun donanmasını Japonya’yla Kore arasındaki Tsushima Boğazı’nda denizin dibine gömüyor.
Bu hadise dünyada büyük yankı uyandırıyor.
Batının gücü altında komplekse giren bütün dünya ulusları Japonlara hayran oluyor.
Nasıl başardılar?
Bizimkiler de merak etmişler. Bunu bir yerde okumadım, İsmet Abi’den duymuştum.
Sormuşlar. İş birliği yapmak istemişler.
Japonlar, “Orada olmaz” demiş.
Neden burada olmaz?
Çünkü Batı’nın çok yakınındasınız.