Bugün memlekette rey atma telaşesi var. Bense diyeceklerimi demiştim. Sonu iyi olur inşallah.
Böyle telaşeli bir günde kimse alakadar olur mu bilemem. Ben Mehmet Akif’e biraz daha devam edeceğim.
Kulak astığım yok Akif’in ahiretini tayin edenlere. Fakat, başkasının ahiretini tayin etmektense insanların kendi ahiretlerinin kaygısına düşmelerini tercih ederim.
Sezai Karakoç’un ‘Mehmet Akif’ kitabını okumuşsunuzdur.
Bir büyük şairin, bir büyük şaire armağanıdır o kitap. Bir kadirşinaslık örneğidir.
Aynı zamanda bir mü’minin bir mü’mine armağanıdır.
Akif’in yaptığı, Sezai Karakoç’un yaptığının bir benzeridir aslında.
Sezai Karakoç’un bakışıyla, o günlerde medeniyetimiz büyük bir taarruzla karşı karşıya. Hem topyekun bir silahlı taarruz var hem bir fikri taarruz, bir istila...
Bu istila karşısında ses seda yok.
Karakoç, Akif’in mısralarını iktibas ediyor yokluğu tarif için:
“Bütün yokluk mu her yer? Bari “yok” der bir seda yok mu?”
İşgalin, yokluğun, yoksulluğun sebep olduğu karamsarlık:
“Ağlar Safahatımdaki hüsran bile sessiz.”
Hele ‘Bülbül’de, şiirin hıçkırığa dönüşmesi...
Bülbülün ‘ağaçları, taşları ürperten’ ‘kıyametler koparan’ feryadı...
Sonra, bülbülün saadetine mukabil bizim perişanlığımız.
“Ne hüsrandır ki Şark’ın ben kansız evladı
Serapa Garb’a çiğnettim de çıktım hak-i ecdadı”
‘İslam’ın harem-gahında na-mahrem’ dolaşıyor.
Böyle bir halde, ne söylersin bülbülün canhıraş feryatlarına?
Akif söylüyor:
“Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil matem.”
Akif’in şiiri iki istilaya karşı da savaştı. O gün yapılması gereken oydu.
Sezai Karakoç da bugün yapılması gerekeni yapıyor. Kalemini ve adeta bütün varlığını ‘Medeniyetimiz’in yeniden ‘Diriliş’ine tahsis ediyor.
Sezai Karakoç için -Allah izin verirse- bir bahis açarız. Çünkü, ‘bizim şiirimiz’in ana damarı, büyük ırmağı Sezai Karakoç’la devam etti.
Sezai Karakoç, kitabında, Akif’in şiiri ve fikri için yazılması gerekeni yazmış. Ben uzatmayayım, ilgilenenler kitaba müracaat etsin.
‘Akif’i hak etmedik’ diye başlamıştım, millet olarak Akif’in hatırasına liyakatsizliğimizi ifade için.
Böyle başlamamın esas sebebi Akif’in yaşadığı sürgün ve yalnızlıktır. Akif’in çocuklarının yoksul ve yalnız yaşamaları, yoksul ve yalnız ölmeleri vefasızlığımızın bir başka delilidir.
‘Ali İlmi Fani’nin Rıza Tevfik’e Mektupları’nı okuyordum. (Kitabevi Yayınları) Mektubun birinde Akif Bey’in oğlundan bahsediliyordu. Ali İlmi Fani yazıyor:
“Bir gün elime Bereketzade Cemil Bey’e hitaben yazılmış bir mektup tutuşturuyorlar. İmzaya baktım, ‘Kırıkhan hapishanesinde mevkuf Mehmet Akif Bey’in mahdumu Emin.’ Diyor ki: ‘Kırklareli’nde vazife-i askeriyemi ifa ediyordum. Arapça bildiğim için ara sıra arkadaşlarıma Kur’an okur, ayetleri tefsir ederdim. Bu hareketim irtica mahiyetinde görüldü. Divan-ı Harb’e tevdi olundum ve tevkif edildim.”
Emin Bey Mersin’e kadar gitmeyi başarıyor. Antakya’ya giderken yakalanıyor. Kırıkhan’a gönderiliyor. Sonra Türkiye’ye iade ediliyor ve hapse atılıyor.
Emin Ersoy’un yoksulluğu hapisten sonra da devam ediyor. Hatta bir gün Çetin Altan’a müracaat ediyor.
Çetin Altan bu hadiseyi bir TV programında anlattı. Anlattıklarını internette bulabilirsiniz. Ben okuduğum zaman çok utandım. O utanç hala benimle beraberdir.
Emin Bey bu olaydan bir ay kadar sonra, bir kış günü Beşiktaş’ta bir çöp kutusunun yanında ölü bulundu.
Kızı Suat Hanım ve diğer oğlu Tahir Bey de yokluk ve yoksulluk içinde öldüler.
Ne ihale, ne madalya, ne başka bir şey...
Şimdi, Akif üzerinden ne işler çeviriyor insanlar, düşünsenize!
Bir Mehmet Akif’in bize verdiklerine bakalım, bir bizim onu layık gördüğümüz muameleye...
O’nun bir şiiri bile, şu anda memlekette en büyük servet sahipleri kimlerse, onların sahip olduğu maddi servetten kıymetlidir.
Tek başına Çanakkale şiirinin tek başına İstiklal Marşı’nın kıymetini kıyas edebileceğimiz bir maddi değer yoktur.
O, bunları talep etmedi.
Bunların peşine düşmedi.
Biz de vermedik. Birazcığını bile vermedik.
Alacaklı olarak gitti.
Ahirette fazlasıyla alır inşallah.