Radyoda bir ses Mehmet Akif’i anlatıyor. Daha doğrusu Akif’in cenazesinin kaldırılışını.
Mehmet Akif’in vefatı gazetelerde, radyoda pek duyurulmamış. Belki gazetelerde bir küçük haber.
Neden?
Çünkü zamanın hükümeti makbul bir adam olarak görmüyor Mehmet Akif’i.
Gazeteler de uzun uzadıya yazamıyor.
Devletin hoşlanmadığı bir şairi yazmak sıkıntıya sebep olabilir.
Devletin hoşlanmadığı bir insanın cenazesine gitmek de baş ağrıtabilir.
Cenazeden haberdar olan çok az sayıda insan, Bayazıt Camii’nin civarında.
Akif’in tabutu örtüsüz getiriliyor cami avlusuna.
Bir yoksul cenazesi mi?
Aslında yoksul cenazesi.
Çünkü Akif, yoksul öldü.
Radyoda (TRT Nağme’ydi yanlış hatırlamıyorsam) Sulhi Dönmezer’in tanıklığı aktarılıyor.
“Bir fakirin cenazesi olduğunu düşünerek bir kısım arkadaşlar yardıma teşebbüs ettiler.”
Tabutun Mehmet Akif’e ait olduğu fark edilince alandaki gençler ağlamaya başlıyor.
“Gençler hemen Emin Efendi lokantasının bayrağını alarak tabutun üstüne örttüler. Sonra merhumun bir kısım arkadaşları gelmeye başladı. Ama ne vali, ne belediye reisi ne de tek partinin zimamdarlarından hiç kimse ortalarda yoktu.”
(Zimam-dar: Yular tutan. Yöneten.)
Radyo anlatmaya devam ediyor. Bu kez Midhat Cemal Kuntay’ın cümleleri:
“Cenaze Bayazıd’dan kalkacak. Oraya gittim, kimseler yok. Bir cenazenin geleceği belli değil. Çok sonra birkaç kişi göründü. Biraz sonra çıplak bir tabut geldi. Bir fıkara cenazesi olmalı dedim. O anda Emin Efendi lokantasının sahibi Mahir Usta elinde bir bayrakla cenazeye koştu. Sebebini anlamadım. Yine o anda yüzlerce genç peyda oldu. Üniversitenin büyük sancağına çıplak tabutu sardılar. Ellerimi yüzüme kapadım. Cenazeyi tanımıştım.”
Devlet, o zamanlar Yüksek Muallim Mektebi’nde talebe olan Abdülkadir Karahan’ı, Akif’in kabri başında konuşma yaptığı için sorgulamış.
Bu nasıl bir adilik!
Devlet, ricali ve ‘paydaş’larıyla birlikte nasıl küçülüyor, nasıl çirkinleşiyor?
Böyle kurak zamanlarda bir avuç insanın vefakarlığı ne kadar kıymetli!
Sarsılıyorum.
Gazeteye geldiğimde Mustafa’yla (Karaalioğlu) konuşuyoruz. O da yolda gelirken aynı programı dinlemiş, aynı şeyleri hissetmiş.
Son devrin alimlerinden Hasan Basri Çantay’dan da bir hatıra nakledildi radyoda.
Ankara’da, ikisi de Meclis’te mebusken, Akif, Hasan Basri Bey’i eve çay içmeye davet ediyor.
Fakat bir süre sonra davetinden vaz geçiyor. Kendisi Hasan Basri Bey’in evine gidiyor çay içmek için.
Neden?
Evdeki tek kilimi bir fakire vermiş.
Soğuk Ankara kışında uzun zaman paltosuz dolaşmış Mehmet Akif.
İstiklal Marşı’nı yazması sebebiyle kendisine verilen 500 lirayı almadığını biliyoruz.
Beraber kaldığı ve ara sıra paltosunu giydiği arkadaşı Şefik Bey “Bari kendine palto alsaydın” deyince, darılmış Akif.
İlminden, şiirinden başka mirası yok.
Kendisi yoksul öldü. Çocukları da...
İnternette arayın, ‘Mehmet Akif’in oğlu çöplükte öldü’ başlıklı haberi bulursunuz.
Utanacak yüzümüz varsa, bu yetmez mi utanmak için?
Çocuklarım yoksul mu ölecek?
Allah göstermesin!
Haram, helal ver Allahım!
Bazen düşünüyorum. Biz, toplum olarak, aklımız ermediği, zekamız yetmediği, şiire düşkün olmadığımız için değil, Akif’in yaşadığı, içinde asalet olan, feragat olan yoksulluk türüne yabancı olduğumuz için Akif’i anlamaktan uzağız.
Biz her verileni alırız. Verilmeyeni de alırız.
Hatta başkasının sırtındaki paltoyu da, evindeki kilimi de almayı uyanıklık, akıllılık sayarız.
Böyle asaletli, erdemli halleri sevmediğimiz hatta bu hallerden cehennemden kaçar gibi kaçtığımız için Akif’e burun kıvırmanın yollarını bulmakta maharet kesbetmişizdir.
Akif’in yoksula verdiği kilim ‘Mizan’da Uhud Dağı kadar ağır mıdır?
Allahu A’lem.
Haramdan verilen sadaka ne kadar ağırdır?