'Bir vicdanın bilemem kaçtır hava parası’ diyordu Üstad Necip Fazıl, Muhasebe şiirinde. Niye diyordu acaba?
Birisini bir yola sevk etmenin sorumluluğu vardır.
İnanmadığınız bir şeye, doğru olduğundan emin olmadığınız bir şeye çağıramazsınız insanları.
Doğru olduğundan emin olduğunuz bir şeye bile paraşütle inmesini istemezsiniz insanların.
Kendisi sınasın, kendisi adım adım nerelerden geçilecekse geçsin ve aklı ile, fikri ile hakikate ulaşsın.
Bir yere gitmek istiyorsunuz. Yolu bildiğini varsaydığınız birine müracaat ettiniz.
Hangi yoldan gideyim?
Küçük bir sapma sizi varmak istediğiniz yerden fersah fersah uzaklaştırır.
Doğru adama müracaat etmeniz gerekir.
Ama sonuçta ‘adam’ işte. Kul. Bunu düşünmeniz gerekirdi, kendisini doğru yola götürdü mü de beni götürecek?
Ruz-i Mahşer’de, o günün dehşetinden herkes sığınacak bir gölge ararken, onu kim, beni kim kurtaracak?
Şöyle bakamaz mıyız? Beraber yalvaralım. Beraber dua edelim. Rahmete, mağfirete belki böyle erişiriz.
Hepimiz mes’ulüz. Hiç kimse dünya ve ahiret işlerini başka bir mercie ihale edemez.
Etse bile mes’uliyetten kurtulamaz.
Hepimiz mes’ulüz. Hiç kimse lakabı, ünvanı ne olursa olsun, hiçbir babayiğit başkasının ahiret işlerinin ihalesini alamaz, taşeronluğunu yapamaz.
Almışsa başına bela alır. Üstelik ihaleyi veren de, ‘Ben ihaleyi filana verdim, sorumlu odur’ deyip paçayı kurtaramaz.
Yani bize verilen akıl nimeti bizi sorumlu kılar.
Hiçbir kul cennetteki arsanın spekülatörlüğünü, cennetteki meyvenin kabzımallığını yapma yetkisine sahip değildir.
Ama insanların birbirine yardım etmesi, birbirinin elini tutması, beraber araması, beraber bulması, bulduktan sonra dahi beraber araması doğrudur. İnsana yakışır.
Birbirinin yıkığını düzeltmesi, yarasını onarması, eksiğini tamam etmesi... Bunlar harikadır.
‘Keramet’ herhalde böyle bir şeydir.
‘Ümmet’in güzelliği buradadır.
Bu hakikatler ulaşılması zor hakikatler değildir.
Buna rağmen hangi cesaretle, hangi cür’etle, mesela Feto, insanları şu şeytani istikametlere sevk edebiliyor?
Bugün binlerce, on binlerce insanın başı onun delalet ettiği acayip işler yüzünden belaya girdi.
Adım başı turplar, havuçlar, 15 Şubat’lar, 14 Ağustoslar, abuk sabuk kehanetler...
Bir kehanetin doğru çıkması kehanetin sahibinin doğru olduğunu göstermez.
Atarsın, on tanesi tutmaz, biri tutar.
Kahinler doğru insanlar değildir. Kehanetleri tutsa da, tutmasa da...
İnsanları inandırıyorsun.
Milletin çocuklarını, anasından babasından koparıp kendi peşine takıyorsun.
Bugün kim bilir kaç hanede analar babalar dizini dövüyor... “Nereden şu herifin okullarına verdik çocuklarımızı” diye...
İnsanlara adam öldürtüyorsun.
Hırsızlık yaptırtıyorsun.
On binlerce, belki yüz binlerce insanın, oğulların ve kızların, annelerin ve babaların, bebeklerin ve ihtiyarların...
Şeytana hizmetkar ettiğin çocukların ve şeytanın ayaklarına serdiğin milyarlarca dolarlık servetin sorumluluğu nasıl taşınabilir?
‘Yüzde birini, binde birini tanımam.’
(Binde ikisini? Binde üçünü? Ya onlar seni tanır mı?)
‘Ben yapmadım.’
‘Mal benim üzerime kayıtlı değil.’
Bunu dünyada söylemek kolay.
Dünyada ‘tiyatro’ demek de kolay.
Fakat ahirette tiyatro yok.
Ahiretin TV kanallarınızda duman efektleriyle, kızıl, mor ve yeşil ışık oyunlarıyla betimlediğiniz o ucube karikatürlere de benzediğini sanmıyorum.
Ve şu anda ahiret hakkında kullandığım dilden korktum.
İnsanın kendi yükünü taşıması bile çok büyük iştir. İnsana dünyada da ahirette de dehşetengiz bir sorumluluk olarak yeter de artar bile.
Korktum ve sustum.