"Gidiyor Ramazancığımız, bir daha ya nasip.”
Böyle derdi annem, Ramazan’ın sonlarına doğru. Sırf annemi anmak için koydum bu cümleyi buraya.
Babam?
Anneler günü geldiği zaman “Babalar günü ne zaman?” diye soran babam?
Biz kardeşler, ölenlerle ölmedik. Ama ölenler ölmemiş gibi yaşıyoruz, yanımızda, yöremizdeler.
Hatırladığım ilk Ramazanlardan biri, Gemlik körfezine yukarıdan bakan Umurbey Ramazanıdır.
Oruç tutacak yaşta değildim o zaman.
İftar sofrasında zeytinin gördüğü itibar, annemin, babamın, Hasan (Özdin) Hoca’nın ezan okunur okunmaz ya da top atılır atılmaz ellerini zeytine uzatmaları orucun zeytinle açılması gerektiğini düşündürüyordu bana.
Sonra, Balıkesir yıllarımızda belki de Ramazan yaz mevsimine rastlamaya başlayınca suyu tercih eder olduk.
Babamdan da şöyle bir şey işitmiştim.
Kul eliyle hazırlanmamış, şimdiki tabirle ‘işlem görmemiş’ Allahu Te’ala’nın yarattığı şekilde tenavül edilen bir nimetle orucu açmak tavsiye edilir.
Demek en iyisi su.
Peygamberimiz hurmayla orucunu açarmış, öyleyse hurmayla oruç açmak sünnet.
Bana öyle gelmiyor.
Ulema fikrini söylesin. Benim aklım şöyle ediyor.
Hurma, Peygamberimizin yaşadığı bölgenin bir meyvesi.
Peygamberimiz de yaşadığı bölgenin meyvesiyle iftar ediyor.
Buralarda hurma yetişmiyor.
Hurma İstanbul’a gelene kadar dünyanın yolunu geçiyor. Arabalar çalışıyor, benzin, mazot yakılıyor.
Bu işlemler hurmanın yeryüzüne maliyetini yükseltiyor.
Dünya daha çok kirleniyor.
Karbon salınımı artıyor.
Karbon ayak izimiz büyüyor.
‘Mekruh’ desem fetva vermiş olurum.
Vermiyorum.
Ama ‘sünnet’ olduğunu zannetmiyorum.
Hicaz’da veya Filistin’de, Yemen’de, Kuzey Afrika’da sünnet olabilir.
İstanbul’da değil.
Aklınıza yatıyorsa yatsın, yatmıyorsa bana kulak asmayın, bildiğiniz gibi davranın.
Ama yeryüzünde var olmanın bize yüklediği bir mesuliyet olmalı.
Karbon ayak izi daha büyük olanın ruz-i cezada vereceği hesabın daha zorlu olacağı düşünülebilir.
Daha çok benzin yakan, daha çok arabası olan, daha çok elektrik, su harcayan, daha çok elbise satın alan (duymuşsunuzdur, bir de su ayak izi var) daha çok uzaktan getirilmiş mahsul yiyen…
Volfsburg’da Volkswagen fabrikasının girişinde görmüştüm.
Maketler yapmışlar, bir Afrikalının karbon ayak izi neredeyse kendi ayağı kadar.
Bir Amerikalının ayak izi… Eskiden “Herifin ayakları çocuk mezarı gibi” derlerdi ayağı büyük olanlar için.
Amerikalının ayak izine bir sığırı gömsen gömülür.
Demek ki Amerikalının hesabı daha ağır.
Amerika standartlarında bir hayat sürüyorsak, bizimki de daha ağır.
Artık herkes kendi ağırlığını düşünsün.
Abi bütün günahlar bitti, sıra karbon ayak izine mi geldi?
Memleketi satan var, memleketi yiyen var!
Haklısın.
Ama bunu da yabana atma. Yeryüzünü kirletmek de günah.
Kötülük yaparak, cinayet işleyerek, zulmederek kirletmek tabii ki daha ağır bir vebal.
Ama mazotla kirletmek de vebal.
***
Dün, Âdem Yakar’ı memleketine uğurladık.
İki türlü memleketine.
Ahiret yurduna.
Bir de memleketi Tokat’ta defnedilecek.
Ne güzel adamdı Âdem.
Tam kalender. İbn Arabi müridi.
Çok hoş. Sosyalist Parti yöneticisi.
Dinle imanla partinin alakası olmadığına delil bizin Adem’dir.
Herhalde Adem’in meşrebi sebebiyle, bayramı andıran bir arefeydi, hafif geçti.
Mümin Abi’yi (Minareci) gördüm. Dedi ki “Bu Âdem etrafına hep gönlü kırıkları toplamış.”
Bayram’ı (Öz) gördüm. Yusuf Abi’yi (Özarslan) gördüm. Daha çok dost gördüm.
Babamın mektep arkadaşı Reşat Amca’yı da gördüm. Babamla eski günleri anıp ağlaştıklarını, bine de ağlattıklarını hatırlarım. Uzun uzun sohbet ettik.
Adem’e çok üzülmüştüm ama gördüklerime de sevindim.
Demek ki hüzünle bayram bir arada olabiliyor.
‘Bayram’ kelimesini kullanmakta bugünlerde zorlanıyorum.
Ama bayram bayramdır.
İdareli bayram edelim, hicap edelim, Gazze var, terbiyeli olalım.
Bayramınız mübarek olsun.