Yıldıray Oğur güzel özetlemiş. “Eminönü’nde işportacıdan aldığı 80 liralık bayrakla Şişhane’de hilafet isteyecekken son anda durdurulan İsmail Aydemir!”
Acaba Türkiye’de muhalefetin bir hilafet gerilimine, sert bir hilafet münakaşasına mı ihtiyacı var?
Böyle bir tartışma ile mi kendisini toparlayacağını, bir iktidar alternatifi olmayı başarabileceğini mi düşünüyor?
Yıldıray’ın dediği gibi, işportacıdan 80 liraya Üzerinde Kelime-i Tevhid yazılı bir pankart almış, Gazze mitingine gitmiş.
Üniversite öğrencisi Ege Akersoy da Arapça pankartı görünce dayanamamış, İsmail Aydemir’e yumruğu çakmış.
Arkasından bir tezahürat, bir tezahürat.
Kahraman oldu çocuk!
Bir taraftan, büyüyebilecek bir kavgayı çok ucuz atlatmışız.
Miting dönüşü, ortam müsait, maazallah insanlar birbirine girebilirdi.
Ondan sonra ayıkla ayıklayabilirsen pirincin taşını!
Tezahüratı yapanlar durumun farkında değil, alkışladıkları şey bilinçli ya da bilinçsiz bir çeşit provokasyon.
Zaten devlet büyükleri milleti kutuplaştırmak için elinden geleni yapıyor.
Milleti birbirine biliyorlar. (Bilemek.)
Kutuplaştırma, yönetim biçimimizin ayrılmaz bir parçası haline geldi.
Böyle bir durumda makul bir insanın, siyasetçinin, yazarın, aydının rolü kutuplaşmanın derecesini düşürmeye çalışmak olmalıydı.
Provokatif bir fiili alkışlamak, teşvik etmek değil.
Kutuplaşmanın iki tarafında kümelenen herkes birbirine denk getirdiği yerde birer yumruk atsa ne olur halimiz?
Peki Hilafet ne? Hilafet bayrağı ne?
Memlekete Hilafet getirmek isteyenler mi var?
Yakın tarihe bakarak şöyle diyebiliriz.
3 Mart 1924’ten beri, “Hilafet, Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilafet makamı mülgadır.”
Yani lağvedilmiştir.
Lağvedildiğinde İslam dünyasında, bilhassa Hindistan’da ve Mısır’da ciddi tartışmalar oldu.
Hamid İnayet’in Çağdaş İslami Siyasi Düşünce adlı eserinde bu tartışmalara etraflıca değiniliyor. (Hece Yayınları.)
Bu kitabın çevirisini ben yapmıştım.
O kitapta Mısırlı alimlerden Ali Abdurrazık’ın, İslam’ın Hilafet diye bir yönetim şekli önermediğini anlatan bir kitabından söz ediliyordu.
Ali Abdurrazık’ın kitabının Ömer Rıza Doğrul tarafından yapılan çevirisini de okudum.
Ali Abdurrazık, yönetimin şeklinin değil muhtevasının önemli olduğunu savunuyordu.
Yani adil olacaksın. Zulmetmeyeceksin…
Gerçi böyle dediği için Ezher tarafından aforoz edilmişti.
Uzak tarihe bakarak da şunu söyleyebiliriz.
Hilafet, Peygamberimiz’in dar-ı bekaya irtihalinden sonra Ensar ve Muhacirin’in geliştirdiği bir yönetim şeklidir.
Siyasi tarafı ağır basan ama dine de dayandırılan bir makam.
Ehl-i Sünnet’in itikat kitaplarında ‘raşit’ halifelerin 4 olduğu yazar. Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali.
Ehl-i Sünnet, siyasi düşüncesini tarihi gerçeklikle uzlaştırmıştır diyebiliriz.
Bazıları bu 4 halifeye Emevi halifelerinden Ömer İbn Abdülaziz’i de ilave ederler.
Bunların dışındakilere ‘adildir’ demek caiz değildir.
Peki diğer halife ünvanlı sultanlar?
Emeviler, Abbasiler, Fatımiler, Osmanlılar?
Adları üstünde, sultan.
Babadan oğula geçen bir unvan. Dini bir anlam yüklemek tutarlı olmaz.
Peki, hilafet ya da imamet zorunlu mudur?
Zorunlu bulanlar var. Zorunlu değil diyenler de var.
Yakın tarihe de uzak tarihe de bir miktar baktık.
Bugüne de bakalım mı?
Bugün ulus devletler çağındayız.
Siyasi ve coğrafi birimler olarak her biri kendi hudutları içinde egemen ulus devletler.
Müslüman ülkelerin sayısı 60’a yakın.
Aralarında birbirleriyle iyi geçinenler var. Birbirlerini öldürenler var.
Hepsinin ayrı ayrı reisicumhuru, başbakanı, meliki, kralı var.
Artık, tek bir halifenin ya da imamın bu 50 küsur ülkeye hükmetmesi imkânsız.
Bana sorarsanız, birbirlerini boğazlamasınlar yeter.
Yani halifelik bugünkü dünya şartlarında artık imkân dahilinde değil.
Yine de… Memleketi kutuplaştırmak isteyenler tartışılmasında bir menfaat görüyorlarsa tartışsınlar.
Ağızları torba değil ki büzesin!