Malatya Film Festivali’nin 8. yılı. Bu güzel Anadolu şehrinde sanat ve sinemanın yükselişine bir kez daha tanıklık ettik. Festival öncesi gerçekleşen ‘Türk Sinema ve Televizyonunda Aile’ başlıklı sempozyumda bu karmaşık ilişkiye dair pek çok mesele ele alındı. Açılıştaki konuşmada değindiğim gibi sinema yavaşlamayla ilgili bir sanat. Başımızdan geçenlere kurgu yoluyla yeniden dönebilmemizi ve hayatı muhayyilenin içinden geçirerek sorgulamamızı sağlıyor. Sinemanın dış dünyada olup bitenlere ayna tutulabilmesi, nesneleri yansıtabilmesi için yaşanan gerçeklik üzerine derinlemesine eğilmesi gerek, öyle de oluyor zaten. Çok iyi filmler çekiliyor Türkiye’de. Deneyimlediğimiz hayatın en iyi sorgulanabileceği mecralardan biri olan sinema, günümüzde bireyi aileyi ve toplumu yönlendirmede, zihinlerin oluşmasında kitle iletişim araçlarının bir parçası olarak ta görülebilir.
Sinema ailenin yer alış biçimleri bakımından büyük değişim geçiriyor. İyilerin çoğunlukta olduğu, kötülerin eninde sonunda cezasını bulduğu ya da hatasını anlayıp iyilere karıştığı Münir Özkul-Adile Naşit filmleri ve benzerlerindeki keskince tanımlanmış insan profilleri değişti. Lütfi Akad’ın Gelin Düğün Diyet üçlemesinden itibaren şehre gelişin, tutunma ve varolma mücadelesinin içinden geçen insanın, farklı yüzleri ortaya çıkmaya başladı.
Geleneğin ezdiği, nesneleştirdiği söylenen kadın profillerinden sonra, Baudrillard’ın dediği gibi tüketim toplumu sinemacısı, erotizmin cinselliğin ve bedenin kar getiren metalar olarak değerini keşfetti. Özgürleşme ve tabuları yıkma ile maskelenen bir kapitalizm uyarlaması var kadın profilinde. Özellikle ailece izlenen televizyon dizilerinde sonsuz bir tüketim önerisi hakim. Bireysel özgürlük ve maddiyata bağlı güç ve mutluluk anlayışı norm olarak dayatılmış durumda. İnsanlar böyle yaşayamasa bile yaşayanları seyrederek birkaç saatini hayaller içinde geçirmek istiyor.
Sinema değişirken toplumdaki insan da değişiyor. Kamuoyu yoklamalarında önceliklerin, evlilik anlayışının, boşanmaya bakışın, dağılmaya tepkinin değiştiğini görebiliyoruz. Sabır ve fedakarlık yerini büyümüş benlik ve bireyciliğe bırakmış durumda.
Erkek rollerin dönüşümü ise çok daha yavaş. Kıyafetler dış görünüm ve ağalık değişse bile şehirde ve modern örüntüler içinde ataerkil tipleme tekrarlanıyor. Kadınlara mülk gibi davranan, korkusuz, entrikacı, intikamcı, gücünü paradan alan ve onu kazanmak içinde her yolu meşru gören erkek tipi gerek dizilerde gerekse de sinemada muteber. Böyle olmayan yapımlar “marjinal, sanat filmi” denilerek etiketleniyor zaten. Babaya yardım eden, işgücü olarak görülen, ekonomik değeri olan çocuk profili, yerini digital olanlara terk etti. Çocuk imgesi genel olarak ayrı odasında, tabletiyle meşgul, yalnız, hikayenin akışında etkisiz, yetişkinlerle gerçek ve sağlıklı bir diyaloğa girmeyen, doyumsuz ve sıkıntılı varlıklar. Bir şeyi yapmaması söylendiğinde kriz geçiren, yaşıtlarıyla bile iletişim halinde olmayan özerk bir varlık. Seksenler dizisinin Fehmi babası oyuncu Rasim Öztekin’in söylediği gibi, evlerden ne zamanki soba kalktı, kalorifer döşendi, herkes önce ayrı odalara sonra da ayrı evlere dağıldı. Son birkaç yılın dizilerine bakanlar Türk halkının çoğunluğunun havuzlu villalarda yaşadığını sanabilir; erkekler bir iki toplantıyla akıl almaz paralar kazanmakta, kadınların ise süslenmek ve bu nereden geldiği belli olmayan parayı harcamak dışında özne olduklarına dair bir emare yok.
Elbette sadece Geniş Aile, Baba Candır, Ekmek Teknesi, İkinci Bahar, Elimi Bırakma gibi fazilet ve erdemleri işleyen dizilerin yanı sıra karanlıklarımıza ayna tutan yapımlar da olacak. Fakat bu istismar boyutuna vardığında ve birlikte izleyen aile fertlerini utanca boğduğunda durup düşünmek lazım. Mesela hergün karşılaştığımız olaylar anlatılıyormuş pişkinliğinde sürüp giden bir dizi vardı, sanırım şikayetlerin büyümesiyle final yaptı. Mahalleye taşınan bir anne kıza herkesin kötü gözle bakması, pencereleri karşılıklı olan komşu evdeki baba ve iki oğulun üçünün birden kızın peşine düşüp, bu yüzden birbirleriyle yumruklaşacak düzeyde çatışmaya girmesi. Oğullardan tekinin aynı zamanda kızın annesiyle de birlikte olması. Kapı komşu anlayışını da aileyi de insanın bizzat özünü de kalbinden dinamitleyen bir senaryo.
Köylere gittiğimiz zaman genç kadınların artık bağla bahçeyle uğraşmak yerine dizi ve sabah kuşağı programlarını izlemek istediklerine şahit oluyoruz. İnsanlar bilgilenme, haber alma, eğlenme, rol modellerle özdeşim kurma, hayallerini süsleme gibi bütün ihtiyaç ve taleplerini televizyona bağlamışsa senarist yapımcı yönetmen ve oyuncuların bunu görmezden gelmesi düşünülemez. İzleyicinin de bilinçlenmesiyle ticari kaygılarla insana değme, işlevsel olma kaygısı bir yerde buluşmalı ve şiddeti kutsayan, fütursuzca insan öldürülen, aileyi etik ve estetiği hiçe sayan yapımlar doğal yolla elenebilmeli.