Balkan sinemasına ve Müslüman dünyaya önemli bir açılım getiren Bosnalı yönetmen Aida Begiç’i dinledik Kadın ve Demokrasi Derneği’nde. Kadem’in birkaç şehirde gerçekleştirdiği Sinema akademisi kapsamındaki buluşma özellikle genç sinemacılar ve sanatçılar için ilham vericiydi. Dünya basınındaki söyleşilerinde rastlanmayan özel ipuçları verdi.
***
Sinemayı anlam ve tekamül arayışı olarak görmesi onu konforlu koltuklarda üretilen senaryo yazımından uzak tutmuş. Steril hikayelere mesafeli duruşun sonucu, halkın içine karışmayı, hikayesine odaklandığı insanlarla uzun süre birlikte yaşamayı, derinliklerine nüfuz etmeyi önemsiyor.
Sinemadan beklentisi bilmediği dünyaları keşif için yola çıkmak ve başka olanla yazarak görsel dile aktararak kurduğu iletişimi öteki insanlarla paylaşmak. Tanıma ve bilme ihtimalinin heyecanı yoksa, ele aldığı konu üzerinden hayatın ve hakikatin azat kabul etmez öğrencisi olamadan sanat yapılabilir mi ki?
90’larda Balkanlarda kadın sinema yönetmeninin olmaması, 2000 yılında ilklerden biri olarak adı duyulduğunda kaçınılmaz bir şaşkınlığa neden olmuş. Saraybosna Film Akademisinden mezuniyet için çektiği kısa film First Death Experience dünyada yankı uyandırmıştı. Savaştan sonra ortaya çıkan kadın yönetmenlerin Balkan sinemasının sert konseptini değiştirdiğini söylüyor. Savaştan sonra eşlerini kaybeden kadınların hayata tutunma ve özgürleşme çabalarına tanık olmak onu derinden etkiledi. Bu tanıklığı sinemaya aktarmak için yazmaya başladığı Kar filminin(2008) senaryosu ilk büyük imtihanı olmuş. Önemli bir Fransız yapımcının bu film için destek olma talebiyle başlayan ortak çalışma, senaryonun onun kalbinden geçene göre müdahalelerle bambaşka bir hale bürünmesi üzerine, iki yıllık emeğini yırtıp atmış ve kalbinin sesini dinleyerek yeniden yazmış. Bunun için de hayatı yeniden kurmak, idame ettirmek için büyük çaba harcayan kadınlarla iki yıl birlikte yaşaması önemli bir tecrübe. Savaşta ailesini kaybetmemiş biri olarak onlar adına söz almak yerine, yalın bir dille onların hakikatine eğilmesi eserini kalıcı kılan bir seçim. Sanatta ele alınan öznelere dışarıdan rol vermek, başöğretmenlik yapmak, ne yapmaları gerektiğini dikte etmek kısa vadede belli bir kitleyi hoşnut etse de uzun vadede sanatın çok uzağına düşürür.
***
Başörtülü kadın kahramanlarıyla ilgi çeken Begiç, sinema dünyasında bu konunun çok özel bir durummuş gibi irdelenmesini doğru bulmuyor. Hayatta var olan bir gerçekliğin sinemaya en doğal biçimde yansıması için özel bir gayret sarfetmiş değil. Filmlerini çekerken birlikte vakit geçirdiği kadınlar arasında gündelik hayatın bir parçasını, mesela başı örtülü, abdest alan, namaz kılan bir kadının varlığını göstermek çok normal. Kaldı ki başıaçık kadınlar da namaz kılarlar, inançları hakkında titizlenirler. Bu konuyu insanlar varoluşu kendilerine ait doğallıkla nasıl yaşıyorlarsa, sinemaya da öylece yansımalarıyla açıklıyor. Bu çekimleri bir misyon olarak kurgulamamış. Nasıl giyinirlerse giyinsinler savaş sonrası kadınlar benzer yaşam mücadelelerinden geliyor ortaklaşıyor ve birlikte yeni bir hayat inşa ediyorlar. Örtülü görüntülerin İslam dünyası hakkındaki önyargıları aşmada katkıda bulunması ise güzel bir sonuç. Kanada’da Kar’ın gösterimi sonrası abdest alan Rahime’nin görüntüsünden etkilenen bazı izleyicilerin, bunun manasını öğrenince Müslümanlıkla güzel bir ünsiyet kurmaları mutlu etmiş Begiç’i. Küçük değinilerle bile hakkımızda fikri olmayan insanlarla kalbi bir rabıta kurulabiliyor.
Katıldığı toplantılarda sıklıkla gündeme gelen bir mesele de İslami sinema nedir sorusu. Bu kavramsallaştırmadan emin değil ama böyle bir kategori varsa, bizim görevimiz dinimiz hakkındaki yalanlara tepki ya da cevap vermek değil, sakince kendi hakikatimizi anlatmak olabilir ona göre. Mesela terörist olmadığımızı anlatmaya odaklanmış müdafaaya geçmiş bir yapım beklenen etkiyi göstermeyecektir. Çocuklar( 2012) )filminde Rahima’ya neden başörtüsü takıyorsun denildiğinde ‘kulaklarım çok büyük olduğu için’ demesi örneğin, içinde ne çok cevap barındırıyor ve nasıl da ironiyle bütün konumları alt üst ediyor. Herkes bilmeli ki açıklama istemek her türlü hakkın hukukun ihlalidir ve üsttenci cüretkarlıktan başka bir şey değil.
***
Son filmi Bırakma Beni ise Suriyeli mülteci çocuklarla ilgili. Savaşı öncesi ve sonrası bütün boyutlarıyla yaşamış bir Boşnak çocuk olarak, Arap çocuklarla Türkiye’de buluşup film yapma fikri gerçekten heyecan verici. Burada da diğer filmlerdeki yöntemini izliyor gerçekliğe ulaşmak için; Urfa ve Gaziantep’te tam bir yıl boyunca mülteci çocukların yanında eşi ve iki çocuğuyla birlikte vakit geçirmiş. Mustafa Akkad’ın Çağrı filmini yaparken aylarca ekibiyle birlikte çölde yaşadığını hatırladım. Savaşı görmüş biri olarak savaştan sonra çocukları nelerin beklediğini bildiğinden, aynı ateş çemberinden geçip büyümüş iyileşmiş yönetmen olmuş bir örneğin onlara iyi geleceğini hissetmiş. Gerçek mülteci çocukların oyuncu olarak görev alması sanat yoluyla hayatlarına anlam katmaları, yaşanan gerçekliklere canlandırmayla yeni bir boyuttan bakabilmeleri çok kıymetli fakat ince bir çizgi var. Yönetmen olası sakıncaları oyuncuların yaşadıklarını kopyalayan değil içindeki duyguyu merkeze alıp kurgulayan bir yaklaşımla çözmüş.
Urfa’nın peygamberler şehri olması yüzünden filmi aşan bir duygu içinde olmak ta zorlukları kolay göstermiş Begiç’e. Yönetmenliğine şevk veren yaptığı işin insanlık için bir adım, farklılıklar arasında köprü ve iletişime katkı olduğunu hissetmek, bağlantılar kurabildiğini görmek. Yıkıcı değil yapıcı olması gereken Müslüman sinemanın özünde, yeryüzündeki güvensizliği ve korkuları aşma çabası olmalı.
Size her şeyi göstereceğim, dünyayı gözlerinizin önüne sereceğim, bakış açınızı geliştireceğim düşüncesi ona fazla erkeksi geliyor. Küçük şeylerin içinde saklı sakin hakikatle ilgili anladığım kadarıyla. Kimin ne diyeceğine takılmadan çocuk masumiyetiyle film yapmaya çalıştığını söylüyor.