Cihan Aktaş, “Üç İhtilal Çocuğu” adlı hikâye kitabıyla bize kayıt altına almaya değer kıymetli bir hikâyemiz olduğunu gösterdi. Peş peşe gelen hikâye kitaplarında insana, kadınlara, taşraya, hasret ve gurbete, göçe, kentleşme süreçlerine, şehir hallerine dair nice konuları ele aldı, bütün bu altüst oluşların insan yaşamındaki etkilerini nazara verdi. Daha özel hikâyelerin bir araya geldiği kitapları da var: “Azize’nin Son Günü”, Bakü’de yaşadığı zamanların izlerini taşıyarak Azerbaycanlı kadınları anlatır. “Ayak İzlerinde Uğultu”da savaşların, ilticanın, umutsuzluğun ve umudun iç içe geçmiş tedirginliğinin acısını görmek mümkün. Son hikâye kitabı ise unutmanın sızısına odaklanmış: Alzheimer hikâyelerinden oluşan “Kızım Olsan Bilirdin”. Akıl ve kalp arasındaki ilişkiyi, geçmiş güzellikleri, hatırlayamamanın en yakınlar üzerindeki etkisini, daha nice karmaşık ruh halini ele alıyor eserinde.
***
Aktaş, roman yazması hususunda Mustafa Kutlu’nun teşvikini dile getirir her zaman. Hikâyeye sığmayan oylumlu anlatımı, detayları incelikle işlemesi dikkatini çekmişti demek ki büyük ustanın. Hikâyelerini yazarken bir yandan da romanlarını içinin derinliklerinden çıkardı Aktaş, özverili çalışmalarıyla.
İlk iki romanı “Bana Uzun Mektuplar Yaz” ve “Seni Dinleyen Biri” dönem romanları olarak adlandırıldı. İlki tam anlamıyla ve bütün büyüsüyle bir gençlik romanı. Yatılı okulda geçen bütün duygular, altüst oluşlar, aile hasreti, arka planda ise zamanın toplumsal hareketliliği, siyasal tercihlerin çarpışması ve yeni yetişen çocuklar üzerindeki yoğun etkileri anlatılır. İkinci roman ise 28 Şubat sürecindeki tartışmaları, modern zamanlarda Müslümanlığımızı inşa ediş biçimimizi anlatır ki fonda yasaklar, bir halkın inançları ve egemenler arasındaki çatışmalar var. “Sınıra Yakın Yol”, karşılaşmalar ve sınır romanı olarak farklı bir yerdedir. Fakat son romanı “Şirin’in Düğünü” için tam olarak bir dönem romanı demek mümkün görünmüyor. Çünkü başrolde Şirin olmasına rağmen en geniş manada insanın cinsiyeti aşar bir şekilde kendini arayışının anlatısı. Nizami’nin, Hüsrev ve Şirin’in izini süren, onları şimdiki zamanda güncellemeye çalışan eser, günümüz dünyasında bir aşkın imkan olarak hala mevcut olup olmadığının da bir sorgulaması.
Amasya’da kök salmış bir ailenin babasının kaymakamlık göreviyle Mardin’e atanması sayesinde orada doğup büyüyen, sağlam arkadaşlar edinen Şirin’in anne babasının faili meçhul bir cinayete kurban gitmesiyle başlayan dramı… Halası tarafından tedbir amacıyla adının Nursuna olarak değiştirilmesi ise Şirin’in yeniden aslına dönebilmesi için kurgulanmış bir metafor ve aslında hepimizin farklı maskelerle aslımızdan uzaklarda yaşadığımıza dair de güçlü bir gönderme. Buradan itibaren kendi varlığımızla, değerlerimizle, hakikatle buluşmanın nasıl da emek istediğini Şirin ve diğer kahramanlar üzerinden okuyoruz romanda. Şirin’e aşık Kürşat kadar onu seven ve evlenmeye bile muvaffak olan Faruk da baş kahraman. Onun temsil ettiği mütedeyyin bir ailenin gelgitler yaşayan, tutunamayan çocukları çok iyi gözler önüne serilmiş. Köklü inanç değerleriyle süfli yaldızlı hayatlar arasındaki yolculuklarından hayırla çıkmaya çalışan biri.
***
Hüsrev ile Şirin’in de başlarından türlü çeşit olaylar geçer, kavuşup yine ayrılırlar ve çalkantılar içinde sürer hayatları. Romanda da Kürşat içine kapanır, Faruk güya kavuşmuştur sevdiği kıza ama “onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine” faslı yoktur günümüz evliliklerinde ve aşklarında. Evlilik de bir okul gibi öğrenilen, sabrımızı şefkatimizi fedakarlıkları sınayan; bileyen, başarıdan değil hikmetten söz edilmesi gereken bir duraktır aslında.
Bu sisli hallere romanın son sözlerinde rastlamak mümkün: “Bir kalp daha ne kadar daralabilir, ne kadar ağrı sızı çekebilirdi? İşte orada duran kabartıyla öteki çukurda ona en yakın düşen kalıntı, bir turnanın aynı yöne doğru uçan ancak bir sebeple parçalanmış kanatlarını andırmıyorlar mıydı? Tartışıyorlardı, öfkeleniyordu Faruk, onu anlayışsızlıkla suçluyor ve gidiyordu. Sanki hiç kavuşmamaları gerekiyordu; sonsuzca, ne tam bir kavuşma ne de kesin bir ayrılık yaşanacaktı. İşte bu şekilde sürecekti hayatları.”