Suriye’deki savaşın sonuçlarıyla mülteci meselesi üzerinden karşılaştık ama insana yaşattığı acılara yeterinde aşina değiliz. Doğal afetlerin olmaması için dua ediyoruz da savaşlar kimilerine çok lüzumlu geliyor uzaktan. Oysa en büyük felaket insanın insana yaşattığı savaş afeti. Bölgemizdeki akıl almaz savaşların edebiyata yansımalarıyla karşılaşmak nadide bir durum. Cezayir ve Suriye kökenli olup Londra’da büyümüş ve Kingston Üniversitesinde yaratıcı yazarlık lisansı almış olan şair Sumia Sukkar 2013’te yayınlanan ilk romanı olan Halepli Çocuk kitabında bizi “neden geldiniz” dediğimiz insanlarla sahada karşılaştırıyor.
Orta direk hatta varlıklı sayılabilecek Suriyeli bir ailenin evinden savaşa giriyoruz. Adem Asperger sendromlu, koku ve renklere aşırı duyarlı, annesini kaybettiği için ablası Yasemin’e tutunmuş, başlarından geçenleri resim yaparak kayıt altına alan, çareyi sanatta bulan bir çocuk. Savaş o kadar saçma ve karmaşık ki yazar ancak algıları farklı olan bir çocuğun gözünden anlatabileceğini düşünmüş. Ağabeyi İsa Nizar Kabbani’nin şiirlerini ezberden okuyan, ablası üzgün olunca yüzü uzayan, dolma yapınca, mutlu olunca yüzü yuvarlanıp yakut kırmızısı olan biri. Yasemin hükümete karşı protestolara katılıyor. Büyüklerimiz ajans derdi haberlere, salondaki televizyonda ağzından metal iğneler fırlıyormuş gibi sert bir sesle konuşan spikerin söyledikleriyle başlıyor her şey: Arap dünyasındaki devrim neredeyse dokuz aydır sürüyor, ayaklanma şimdi de Suriye’ye sıçradı. Evin penceresinden terk edilmiş bir kafenin toz içindeki El Şam yazan tabelası görünüyor.
Sonra dünyanın en güzel şehirlerinden biri olan Halep’in ve Haleplilerin başlarına gelenlerin akışı. Restoranların kafelerin kapanışı, internetin kesilmesi, okul yolunda görülen yüzü ağaç kabuğuna benzeyen yaşlı adam cesedi, pazar yerinde parçalanmış tezgahlar, ortadan kaybolan temizlik görevlileri yüzünden sokaklardaki çöp dağları. Evet artık bir savaş var. Okullar kapalı ve Adem nutella rengi gözleri olan sıra arkadaşını özlüyor. Bombaların düştüğü binalardan sağ kalan iki kişi evlerine sığınıyor. Artık sokağa çıkamıyorlar çıksalar da koşmak ve acele etmek zorundalar. Ülkem ne yaptı da bu başımıza geldi. Nasıl oluyor da biz öldürmesek onlar bizi öldürecekti fikriyle bir devlet halkını öldürüyor. Normal sandığımız insanlar nasıl oldu da suç şebekelerinin bir parçasına dönüştü. Askerlerin kendi öz halkından kaçırdıkları kadınlara işkence yaparken, tecavüz ederken bu kadar canavar ve pervasız olabildikleri kaosa nasıl hızla ulaştık. Artık soru sormanın anlamı yok. Su turuncu akıyor, onu kaynatacak ocak çalışmıyor, şehri fareler basmış ve hastaneler kolu bacağı kesilen çocuklarla dolu. Büyük oğlunun evin önünde vurulmasından, kızının kaçırılıp işkence edilmesinden, ortanca oğlunun ellerinin kesilmesinden sonra hastalanan babanın, mültecilere yardım getiren bir otobüsle tedavi için Türkiye’ye götürülmesi güzel bir sürpriz. Adem göğsünde onu öldürmek isteyen örümceklerle teyzesinin yaşadığı Şam yolunda. Kusarak, ayakları yara olup kuruyarak, aç kalarak Şam’a vardıklarında aileden iki kişi kalmış durumda. Savaş sevdiklerini kaybetmek, barış savaştan geriye kalanlara sevinmek Adem için. Savaşta ilk kaybedilenlerden biri akıldır denir ama ikincisi de “neden” sorusu, olsa gerek, solup gitmiş ve anlamını kaybetmiş. Ademin renkleri; umutsuzluk gri, tatil sarı, azıcık rahatladığı anlar gülkurusu, öfkeler mor, üzüntüler mavi, ağabeyinin ölümü beyaz.
Yazar savaşın ortasında bile umudun, mutluluğun, komikliklerin altını çizmeyi ihmal etmemiş. Elektrikler gelmeyince babanın portakal kabuğunun içine zeytinyağı koyup bir kandil yapması, Adem’in ağabeyinin getirdiği eski bir bisikleti sürmek için yıkıntıların aksi yönüne ilerlemesi, günlerce aç kaldıkları bir zamanda kedilerinin eşelediği çöp kutusundan yiyecek bulmalarının sevinci, Yasemin’in sevdiği adama kavuşma umudunu hiç yitirmemesi…
Ailenin Müslümanlığına dair göndermeler de çok zarif. “Öfkelendiğimde ayaktaysam oturup dua ediyorum, babam Peygamberimizin böyle yaptığını söylemişti çünkü” gibi birçok gönderme yerli yerinde kullanılmış. Hatta ailenin bütün fertleri zor şartlarda bile namaz kılmayı sürdürüyor. Yasemin dışarı çıkarken Adem’den eşarbını getirmesini istıyor.
Yasemin’in yardım kuruluşunda çalışan doktor sözlüsüne Türkiye güzel mi diye sorduklarında, evet çok güzel, tıpkı Suriye gibi, sadece farklı dil konuşuyorlar demesi, güvenli mi peki dendiğinde çok güvenli demesi de kulağa hoş geliyor.