Rusya ve Çin BM Güvenlik Konseyi’nin Halep’e insani yardım ulaştırılması için yedi günlük ateşkes öneren karar tasarısını reddetti. Hem de “yiyeceksiz kent” ilan edilmesine rağmen. Çin’e de ne oluyor ki demenin anlamı yok, 2011’de iç savaş patlak verdiğinden beri Şam’ın alim evladı Cevdet Said’in yaklaşımına yakın hissetmiştim kendimi. Esed zalimdi ama bütün dünyanın buraya toplanıp saldıracağı çok açık olduğundan, emperyalistlerin müdahil olmasına fırsat verilmemeliydi. Müminler ve ülkedeki halklar, can kayıpları, zulümler de olsa kendi aralarında müzakereyi bırakmadan, köprüleri atmadan hala bir çözüm üretebilirdi.
Suriye’yi defalarca baştan sona dolaşmış, buradaki etnik ve mezhebi farklılıkları bütün oranlarıyla müşahede etmiş biri olarak ne kadar destek verilirse verilsin halkın kendi mücadelesine izin verilmeyeceğini fark edebiliyorduk. Irak’tan sonra ikinci hedef olarak tanımlanan Suriye’nin yönetimine şimdi neden bu kadar sahip çıkılıyor, paylaşım denklemleri yüzünden.
***
Aslında son kerteye kadar çatışmasız bir yol arayışımızın temelinde duygusallık da vardı. Yüz yüze baktığımız yazarlar, akademisyenler, dostlar, sokaklar, mahalleler, hoşbeş ettiğimiz esnaf. Kendi ülkemiz gibi sakınmak istiyorduk iç savaş felaketinden. Ülkenin paramparça olması gibi seyahat yazılarımız da paramparça dağılıp gitti sanki.
2003’teki ilk yolculukta Cilvegözü Sınır Kapısı’nda gece vakti durduruluşumuz, sonra pasaport sorulması kalbimize diken gibi batmıştı. Duvar, sınır; ortak tarihin, çoğrafyanın, kültürün içinde su gibi akarken durdurulmak, salkım söğütlerin içinden geçtiğimiz bir rüyadan uyandırılmak. Yine de şehirlere nüfuz ettikçe kalp gözümüz açıldı sanki, zihnimizdeki sınırlar yıkıldı gitti.
***
Arapça yazılar ve alfabe hiç de yabancımız değildi anlayamasak da. İnsanların diğergamlığı, konukseverliği, candan, samimi halleri tıpkı bize benziyordu. Üç minareli görmüş geçirmiş Emevi Camii’nde kendi evimizde gibiydik. İçinde Hud ve Hızır aleyhiselamların makamı, Yahya Peygamber’in başı olmayan nâşının bulunduğu kabri vardı. Bir adam caminin bir yerinde olay sanki daha bugün cereyan etmiş gibi gözyaşı döküyordu ki, burası Hz. Hüseyin’in kesik başının defnedildiği mezardan başkası değildi. Camininyakınında Selahaddin-i Eyyubi
medfundu. Sonra sahabeden yirmi kişinin bulunduğu söylenen Babussağir Kabristanı. Burada Peygamberimizin ailesinden ve dostlarından güzel insanları ziyaret etmek büyük nasipti. Zaten hemen girişteki mütevazı türbe Bilal-i Habeşi’ye aitti ve insan o felaha, varlığa, birliğe, iyiliğe çağıran sade, yalın ve tertemiz sesi işitir gibi olur orada. Sonra arkadaşı, görme engelli İbni Ümmü Mektum’un, Abese Suresi’nin inmesine sebep olan sahabenin mezarı. Şehrin bir başka yerinde Muhyiddin Arabi yatar. İnsanın cehaletini bütün açıklığıyla hissettiği, hiç konuşmadan sadece Kur’an okuyarak mahviyetle günlerce kalmak istediği yer. II. Abdulhamit’in yaptırdığı Hicaz Demiryolu’nun Şam İstasyonu’na varınca bütün Osmanlı, tarih, tartışmalar, bir imparatorluğun parçalanışı, kültürümüzün yağmalanışı her şey film şeridi gibi geçerdi. Yeni kuşaklar olarak varlığımızı, birliğimizi korumak ve insanlığa bir yol haritası sunabilmek için nasıl bir emek vermeliyiz diye düşünceler sarardı zihnimizi.
***
Cami avlularında Filistinli mültecilere rastlıyorduk. Baskıcı bir rejim vardı, insanlar siyaset konuşmak istemiyor, herkes işinde gücünde görünüyordu. 2006’da İsrail’in yerle bir ettiği Lübnan’a geçemeyince meclisin önünde bir tel’in gösterisi organize etmeye çalışmıştık ama Suriyeliler pek katılamamıştı. Yoktu böyle bir alışkanlıkları. Türkiye’den gidenler olarak “ya alem la teskud-dünya susma” gibi Arapça sloganlar bile üretmiştik.
Halep’le ta çocukluktan gelen ünsiyetimi ise Şehrin Gizli Öznesi kitabımda anlattım birkaç yıl önce. Maraşlı biri olarak Gaziantep ve Kilis üzerinden Halep’e uzanan duygularımı. Halep kesinlikle ayağa kalkacaktır. Diyar-ı Şam medeniyeti yerde kalacak değil, bütün dünyaya kurtuluşun yolunu gösterecek bir birikime sahip çünkü. Sis gibi dağılıp gidecek inşallah bu kara günler.