İşgal altında oluşu kanıksanmasına rağmen, Filistin hakkında vesikalar biriktirilerek var olmaya devam ediyor ve çatışmaların çokluğu karşısında dikkatler dağılacak, unutulup gidecek sananlar yanılıyorlar. Ne yazık ki yeni fark ettiğim kıymetli bir belgeselden daha söz edeceğim. BBC tarafından gerçekleştirilen, yönetmenliğini Charles Bruce’un yaptığı 1998 yapımı belgesel, “In Search of Palestine-Edward Said’s Return Home.”
Film Osmanlı Lübnan’ında doğan Nasıralı anne Hilda Musa ile Filistinli baba Wadir Said’in 1932’de gerçekleşen evlilik fotoğraflarıyla açılıyor. 1935 Kudüs doğumlu Edward Said’in ülkesine dair hatırladığı en korkunç olay, evlerinin yakınında bulunan Kudüs’teki Kral David Otelinin 1946’da siyonist yeraltı örgütü Irgun tarafından bombalanması ve farklı uyruklardan onlarca kişinin ölmesi. Sonra İsrail devletinin kuruluşuyla 1948’de yurtlarından çıkarılıp mülteci olarak Kahire’ye göçmüşler. Filmde lise ve üniversite eğitimini alıp en prestijli üniversitelerinde hocalık yaptığı yeni yurdu Amerika’dan oğluyla birlikte Filistin’e gelmesi anlatılıyor. İlk durak yıkılmış evlerinin bulunduğu mahalle, sonra okuduğu Hristiyan ilkokuluna gidip listelerde adını aramak. Birçok insanda yaşanan bir hal, aradan yıllar geçse de uzaktaki ülke güncellenmeyip, hafızada terk edildiği andaki gibi kalıyor. Sanki üstüne sayısız cinayet ve yıkım gerçekleşmemiş gibi Said çocukluk bilgisiyle 1946 Deyr Yasin köyü katliamının hayatta kalmış son tanıklarını arıyor. Elinde tesbihiyle heyecanla konuşan yaşlı kadın Um Salah, şimdi olmuş gibi gözlerinin önünde bütün oğullarının kardeşlerinin kuzenlerinin öldürülüşünü anlatıyor. Bu katliamdan sonra köyler kolayca boşaltılmış, evlerinden çıkarılan insanlar mülteci kamplarına doldurulabilmiş. İlk başbakanlardan Nobel Barış Ödüllü Menahem Begin’in “Bu zafer olmasıydı İsrail devleti kurulamazdı” dediği olay.
Elli yıldır her yıl, her saat, her dakika yaşanan bu işgalden utandığını söylüyor Said. Konuştuğu Filistinli üniversite hocaları 1993’te ABD Başkanı Bill Clinton’ın gözetiminde, Rusya’nın şahitliğinde iki devletli çözüm için imzalanan Oslo Anlaşması’nın bile sadece ağır apartheid koşulları sunduğunu söylüyorlar. Dünyanın herhangi bir yerindeki Yahudi birey ne zaman isterse İsrail’e gidip vatandaş olabilecekken, sürülmüş hiçbir Filistinli ülkesine dönemiyor. Birçok belgeselde apaçık görüldüğü gibi burada da Filistinlilerin evlerinin yanı başında buldozerler beklerken, biraz ötedeki tepelerde bembeyaz parıltılı yerleşimler yükseliyor. Tarlası yerle bir edilen yaşlı Arap “Burası benim toprağım ben ektim orayı” derken, Said’in “Ne dersin?” dediği genç askerin ne hissettiğini bilemiyoruz.
Mahmut Derviş ile Edward Said’in yaptıkları sohbet belgeselin en can alıcı bölümlerinde biri. Şair doğduğu Galilee köyünün yerle bir edilişini, İsrail devletinin buraya yerleşim yerleri ve Kibbutz’un inşa edişini anlatıyor. Kişisel hikayesi toprağından çıkarılınca başlıyor böylece. Şiiri oraya dönüyor hep.
Kendini Arap Amerikalı Filistinli olarak tanımlayan Said en çok “Oryantalizm” kitabıyla tanınsa da orkestra kuran, müzik üzerine eleştiri yazıları yazan bir piyano virtüözü. Akademideki uzmanlığı da edebiyat üzerine. “Kış Ruhu” kitabında “hem pis Arap hem de Anglikan” olmanın yarattığı çatışmayı anlatmış. Derinden etkileyen hatıratı ise Türkçeye “Yersiz Yurtsuz” ismiyle çevrildi.
Mahmut Derviş kürsüde şiirini okurken onu heyecanla ayakta alkışlayan Filistinli siyasileri, mücadele adamlarını, sonrasında kucaklayan Arafat’ı izleyince, evet diyor insan, son sözü şair söylemeli. Şiirle yurt ve yuva olan bir toprağı kimse ilelebet işgal edemez.