2003 yılında Amerika Bağdat’ı vurmaya başladığında Doğu Konferansı inisiyatifi olarak ilk Şam ziyaretimizi gerçekleştirmiştik. Babasından devraldığı kapalı rejimi sürdürdüğü için davetine rağmen Beşar Esad ile görüşmeyi reddetmişti gurubumuz. Ankara’dan yola çıkan otobüsümüzdeki yazarların hemen hiçbiri daha önce bu muhteşem komşuya kültürel, siyasal sebeple ya da habercilik adına da olsa ziyarette bulunmamıştı. Daha yüz yıl öncesine kadar bir ve beraber, aynı ülkenin çocukları olan bizler dünyanın her yerine gidip yazarlarla sanatçı ve siyasetçilerle bir araya gelebilirken, kapı komşumuzun muazzam şehirlerini ve insanlarını merak etmemiştik ne yazık ki. Birbirimiz hakkındaki malumatı bile Avrupa dolayımından, işlenmiş haberler üzerinden alabiliyorduk. Modernleşme Batılılaşma arzusunun bizi Albert Camus’nun ölen annesinin cenazesi başındaki Mersault misali nasıl da derin bir yabancılaşmanın eşiğine getirdiği hepimizin malumu uzun bir hikaye.
Şam’da mümkün mertebe sivil insanlara, inisiyatiflere ulaşmaya çalışıyorduk. Yazarlar Birliği ziyaretine katılan arkadaşlar hatırlayacaktır; derin bir dostlukla kucaklanmış, hatta ‘neden yüz yıldır gelmediniz bu kadar geciktiniz’ diyen sitemlerle karşılaşmıştık.
Kendisinden savaş başladığından beri haber alamadığım Nadia Khost’u orada tanıdım. Suriye’nin yaşayan en önemli romancılarından ve romanlarının çoğu geçtiğimiz yüzyılda Şam’da yaşananları konu ediyor. Bilad El Sham kitabında Suriye toplumunun Batılı işgalcilere ve siyonizme karşı verdiği bağımsızlık mücadelelerini, Osmanlı toprağı olma tecrübesini, bütün bu süreçleri bizzat yaşayan insanların üzerinden romanlaştırdığını anlatmıştı. Biz bunları okuyamadık maalesef, çünkü karşılıklı tercüme ve aktarım çalışmaları istenen düzeyde değil. Onları ziyaret ettiğimizde Arapça’ya çevrilmiş yazar olarak sadece Aziz Nesin’i biliyorlardı. Şimdilerde sanırım Teda büyük bir emekle bazı yazarları daha tercüme etti.
***
İslam dünyasının kendi arasında sağlam bir kültürel etkileşim oluşturamaması üzerine tebliğ hazırlarken gördüm ki edebiyatımızdaki kopukluklar resim, sinema, müzik ve sanatın her dalında hüküm sürüyor.
2013’te İhsan Kabil’in büyük emeklerle hazırladığı Gelişen Ülkeler Film Festivali’ne katılan Müslüman yönetmenlerin çoğu bir tek Türk filmi izlememişti, biz de onları takip edememiştik açıkçası. Festivalin başlığındaki “çok yakın çok uzak” tanımı tamamıyla mevcut durumumuzun bir yansıması. Kültürel olarak bu kadar yakın olan halklar ve sanatçılar birbirini sanatın insani atmosferi içinde daha yakından ve oylumlu tanıma imkanından yoksun.
Ülkemizin ve Orta Doğu’nun parçalanmasına duyulan korkuyu sadece silahla ortadan kaldırmak mümkün değil, bunu deneyimledik. Coğrafi haritanın parçalanmasından önce ortak değerler ve birlikte varoluş tasavvuru derin yara alıyor. İç içe geçmiş tarihlerimizin edebiyata yansımış inceliklerini okumaktan mahrumuz. Herkes kendi gettosunda kendi hikayesine kulak kesilmiş sadece.
***
PKK’nın mesela bu yönde açtığı uçurum silahla verdiği zarardan fazla. Orta Doğu’da en büyük müşterek değer darbelere, tiranlara, baskılara, ayrımcılıklara karşı durmak için önüne her sandık konmasında uzlaşmayı, barışı, bir arada yaşamayı seçen milyonların varlığı. Çoğunlukçu değil çoğulcu, edilgen değil katılımcı, dinamik bir millet iradesinin yanına güçlü bir kültürel iletişimi, halklara mal olacak eserleri, dilden dile aktarılacak sanatçıları eklemek şart.
Belki o zaman birimize yönelen saldırı somutlaşır, hepimize yapılmış sayılır ve sulh ve salah için siyasal ve toplumsal talepleri görmezden gelmeden insan insana oturup konuşabiliriz. Kaderimizi kör bir şiddetten başka işlevi olmayan örgütlere teslim etmek yerine fani dünyanın aynı coğrafya ve kültürün içinde yüzen fani insanları olarak ötekinin hakikatine eğiliriz.
Türk yazarlarıyla bile Brüksel, Paris ve Londra’da bir araya geldiklerinden söz etmişti Nadia. Neden İstanbul’da, Şam’da değil, bunu neden başaramadık diyordu kendisiyle yaptığım söyleşide.