Avrupa’yla sağlıklı ilişkiler kurmak hiçbir zaman kolay olmadı. Bazı aydınlarımız hala II. Meşrutiyet döneminin fikir ve devlet adamı olan Said Halim Paşa’nın “Buhranlarımız” kitabında anlattığı mukallitlik döneminin ötesine geçemiyor. Aşırı Batı hayranlığı deryasında yüzme hastalığı bugün de güçlü bir damar olarak varlığını sürdürmekte. Avrupa ile yaşanan her ihtilafta sorgusuz sualsiz Türkiye’nin karşısında, Avrupa devletlerinin her türlü aşağılayıcı tutumunun yanında yer almak, bu kötülükleri onlardan önce gerekçelendirmek ne ile izah edilebilir? Batılı devletlerin emperyal yaklaşımlarla sadece Müslümanlara değil, neredeyse bütün dünya halklarına şimdi bile yaşattıkları acıları görmezden gelip onları iyiliklerin, insaniyetin eşitlik ve hürriyetin kaynağı olarak görmek son derece problemli. Batılı fikriyatın bütün bunları meşrulaştırmak için ileri sürdüğü uygarlık götürme misyonunu bile kendi ütopyası gibi benimsemek nasıl bir hâl?
***
Belçika Eşit Haklar ve Yoksullukla Mücadeleden Sorumlu Devlet Bakanı Zuhal Demir, Avrupa Adalet Divanı’nın başörtü yasağını savunarak “Müslümanlar bizim değerlerimizi benimsemeli. Ancak herkes bunu kendi inisiyatifi ile yapmıyor. Bazılarının yardıma ve zorlamaya ihtiyacı var” diyebiliyor, bakanlığının adını bile umursamadan.
Batıya göçmeyi hayal eden, orada yaşama ütopyasıyla tutuşan sayısız insan var. Kendi değerlerimizden söz açılınca “hangi değerler” diye küçümseyici bir ifade hakim olur yüzlerine. Kendi geleneğini, geçmişini, birikimini bilmeyen; bunlar üzerine çalışmayı okumayı zûl addeden insanlar, Halim Paşa’nın söyleyişiyle, halka başöğretmenlik yapmaya talip olmaktan da geri durmuyorlar.
Kanada Başbakanı Justin Trudeau, ülkesine belli sayıda göçmen kabulünde küçük bir göçmen kızın elini tutunca büyük hayranlıkla övgülerle söz eden kimi kadın yazarların, ülkesine üç milyon mülteciyi kabul eden, yüzlerce küçük kızın elini öpen Türkiye Başbakanı’ndan bir kez olsun sitayişle bahsetmemesi gerçekten düşündürücü. Marmaray’ın hayatını çok kolaylaştırdığından söz eden solcu bir arkadaşım, arkadaşları tarafından Ak Parti’ye kaymakla suçlandığından söz etmişti. Tabii ki ülke doğruya doğru eğriye eğri denilemeyen bir fikir ve eleştiri yoksulluğuna mahkum olmuşsa bunda siyasi yelpazedeki her kanadın kabahati var.
Hiçbir ülke çıkarında ortaklaşamamak derin yara. Mesela Hollanda’ya seçim kampanyası için gidişin zamanlaması sorunludur, bunu teslim etmek lazım. Fakat bu Avrupa yönetimlerinin ülkemize, halkımıza acılar yaşatan, kan döken terör örgütlerine bütün propaganda ve genişleme imkanlarını altın tepside sunmasını teşhir etmemeyi, buna tepki vermemeyi gerektirmez.
Her koşulda kayıtsız şartsız Batı’yı savunma hastalığı Dostoyevski’nin de gündemindeydi. Tanzimat’tan itibaren bizde bir kesimi tutsak eden, kendinden ve geçmişinden kültüründen nefret etme hali Rus aydınını da kuşatmıştı. 1880’de Moskova’da büyük şair Puşkin için yapılan bir heykelin açılış töreninde yaptığı ünlü konuşması dikkat çekici. Avrupa’daki çürümüş düzenden bahsediyor ve çöküşe emperyal yollarla toplanmış hazinelerin engel olamayacağını söylüyordu. Bu hasta ve çürümüş düzenin halkına erişilmesi gereken bir ülkü olarak gösterilmesinden muzdaripti.
***
“Onlara bu düzene erişmeden Avrupa’ya herhangi bir şey fısıldamaya bile cesaret edemeyecekleri söylenmekte. Bu hastalığa kapılmış olanlara göre geçmişi lanetle anmak gerekir. Halk aydınlanma yeteneğinden yoksun olduğunu gösterirse o zaman halk yok edilmelidir. Çünkü o zaman Rus halkının ancak itaat etmeye zorlanması gereken değersiz bir sürüden ibaret olduğu açıkça ortaya çıkmış olacaktır.” Ne kadar aşina olduğumuz bir hal ve kendini lanetleme biçimi. Hala İslam dünyasına, kendi halkına karşı Avrupalı aydınlardan daha ayrımcı, yasakçı hatta onlara bu yönde yol gösterici olan kişiler hiç de az değil.
Düşünce sadece bizde değil bütün dünyada kuraklaşıyor; ortak insani değerler, cihanşümul fikirler Türkiye’den yükselse keşke ama farklı fikirlerin nevşünema bulacağı bir iklim yaratmakla olur bu.