Salah Cimcoz, Bosna Hersek Umum Valisi Yenişehirli Vezir İbrahim Paşa’nın torunuydu. Büyükada’da büyük bir köşkte oturmaktaydı, 33 yaşına kadar hiç çalışmamıştı. Ortağı ve yakın arkadaşı Celal Esad da Abdülaziz’in son yıllarında iki kez sadrazamlık (başbakanlık) yapmış Sakızlı Ahmet Esad Paşa’nın oğluydu. 1875’te İstanbul’da doğduğunda sadrazam babası artık gözden düşmüş ve bir Ege kasabasında sürgündeydi. 40 günlük olan oğlunu yanına aldırmaya hazırlanırken, bir akşam ziyafette zehirlenerek hayatını kaybetmişti. Babasız büyüyen Celal Esad’ın kariyeriyle ise paşa babasını yakından tanıyan II. Abdülhamit bizzat ilgilenmişti. Babası gibi bir asker olması için onu Harbiye’ye yazdırmış, mezun olunca da yanına yaver olarak almıştı.
İki kafadar, edebiyatı, resmi, Fransız dergilerini, eğlenmeyi seviyordu, 1901’de herkesin şaşkın bakışları altında ilk kez bir otomobille İstanbul caddelerinde dolaşmışlar, birlikte III. Selim piyesi yazmışlardı. Bir ortak özellikleri daha vardı: Abdülhamit karşıtlığı. Artık çok bunaldıkları rejimin bir gün biteceğine dair umutlarının tükendiği bir zaman, Moda açıklarına demirleyen bir kömür vapuruna kaçak olarak atlayıp, Paris’teki Jön Türklerin yanına kaçma planı yaptılar. Tam kaçmaya yakın, karşılaştıkları Balkanlardan gelen bir İttihatçı subay arkadaşları, yakında her şeyin değişeceğini söyleyerek onları teskin etmiş, kaçma fikrinden vazgeçirmişti. Bekledikleri gün 23 Temmuz 1908’de geldi. O gün, ders kitaplarındaki adıyla II. Meşrutiyet, o günkü adıyla Hürriyet ilan edildi. Bütün ülkede hürriyet, eşitlik, kardeşlik, adalet sloganları yankılanıyordu. Kömür vapuruyla kaçmaya çalıştıkları ülke bir anda hayallerindeki ülkeye dönüşmüştü. Artık gelecek aydınlıktı, herkesin ülkesine inancı artmış, yurtdışına kaçanlar geri dönmüştü. İşte Kalem, o hürriyet havasında yayınlanmaya başlandı. Dergi rüya gibi bir yazar kadrosuyla çıkıyordu: Refik Halid, Hüseyin Rahmi, Mithat Cemal, Cenap Şehabettin, Türk karikatürünün öncüsü Cem... Hapishanedeki bir iskelete “Artık serbestsin.” denen karikatürlü 3 Eylül 1908 günkü ilk sayı, adeta kapışılmıştı. Satışlar çok iyi gittiği için Le Rire gibi Fransız dergilerindeki Avrupalı çizerleri transfer etmişlerdi. Dergide çizimleri yayınlanan Fransız ressamlardan birinin adı da L. Andres’ti. Çoşkulu 1908 yılının son haftasında çıkan dergiye çizdiği karikatürü, kıdemli gazeteci Mahmud Sadık Bey’e ithaf etmişti. Karikatürün adı “Elli sene sonra Türkiya”ydı. Devrimci heyecanla, geleceğin parladığı, ümitlerin zirvede olduğu zamanlardı. Ütopyalar, bilim kurgu çok revaçtaydı. L. Andres’in çizdiği 1958 yılının Türkiyesi de bilimkurguvari bir ütopyaydı. Beyoğlu’na benzeyen caddenin trafiği artık havadan da akmaktaydı. Hava trafiğinde zeplinler, taksi bekleyenler, trafik polislerinden önce ilk dikkati çeken ise şüphesiz muhtemelen hava taşıtıyla işine giden kadın sürücüydü. Çarşaflı bir Osmanlı kadınıydı bu. Gelenekle modernite iç içe geçmişti. Hemen sağda görünen hayvanat bahçesine benzeyen “Zoologie” mağazası devrin bilime, keşfetmeye olan inancının göstergesiydi. Tiyatro, fırın, asansör asri hayatın simgeleriydi... Ama ne yazık ki bu ütopyanın sönmesi için 50 yıl beklemeye gerek kalmadı. Hürriyet heyecanıyla, eleştiri oklarını hâlâ tahtında oturan Abdülhamit’ten, iktidarı kontrol eden İttihatçılara kadar herkese saplayan Kalem’in kapısına sadrazamın polislerini göndermesi uzun sürmedi. Salah Bey gözaltına alınmıştı.
Bir süre sonra serbest bırakıldı ama onlar için devrim ve hürriyet hayalleri erkenden bitmişti. Önce Celal Esad, sonra da 31 Mart ayaklanmasında canını zor kurtaran Salah Cimcoz Paris’e gittiler. Çok parasızlık çektiler. Hareket Ordusu’nun isyanı bastırmasıyla İstanbul’a geri döndüler. Dergi 1911 yılına kadar her hafta düzenli olarak yayınlandı. Sonra Celal Esad belediyeci oldu, Kadıköy Belediyesi Daire Başkanlığı yaptı. İstanbul Belediye Başkanı Cemil Topuzlu’yu altyapının önemine ikna etmek için Paris kanallarında sandalla dolaştırdı ama galiba yine de ikna edemedi. Anıtlar Kurulunda, Eski Eserleri Koruma Encümeninde üyelik yaptı, İstanbul’u korumaya çalıştı, onu çok dinlememiş olmalılar.
1941-50 arasında CHP’den Meclis’e girdi. Asker olarak başladığı ömrünün sonuna kadar ise şehircilikle, müzikle, resimle, sinemayla ilgilendi, kitaplar yazdı. Ama hayata zengin bir paşazade sivil olarak başlayan Salah Cimcoz’un hayatı bu kadar eğlenceli geçmedi. Siyasete girdi, savaşın ardından diğer İttihatçılar gibi Malta’ya sürgüne gönderildi. Ankara’daki Birinci Meclis’e mebus seçildi. Ama İttihatçılık yapmaya devam edip, muhalif grup içinde kaldı. 1926 yılının yazında polis bir kere daha kapısını çaldı. Bu kez, Mustafa Kemal Paşa’ya İzmir’de suikast girişimi soruşturmasında tutuklanmıştı. Suçu suikast kararını aldığı iddia edilen gizli İttihatçı komitenin başkanı olmakla suçlanan eski Maliye Nazırı Cavit Bey’in evindeki toplantılara katılmaktı.
İstiklal Harbi’nin komutanları, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkalı mebuslar ve eski İttihatçı liderlerle birlikte İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı. Neyse ki mahkemede ifadesini verdikten sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.
Ama herkes onun kadar şanslı değildi. Aralarındaki en trajik hikâye ise şüphesiz Eskişehir mebusu Arif Bey’inkiydi.
Arif Bey, Mustafa Kemal’in Harp Okulundan sınıf arkadaşıydı. Diğer sınıf arkadaşları İstiklal Harbi komutanlarından Ali Fuat Cebesoy’un hatıratına göre ikisi de sarışın olan bu iki arkadaş birbirine o kadar çok benziyorlardı ki çoğu kişi onları kardeş zannediyordu.
Birlikte tatil günleri Beyoğlu’na gidiyorlar, içki içiyorlar, müzik dinliyorlar, bazen denize girmek için Adalar’a kaçtıklarında, eğer son vapuru kaçırmışlarsa, Büyükada’da çamlar altında sabahlıyorlardı.
Çok iyi vals öğrenen ve dansın “öğrenilmesi gereken lüzumlu şeyler” arasında olduğunu düşünen Mustafa Kemal, Arif Bey’e teneffüslerde vals dersleri bile vermişti. Ama okuldan Mustafa Kemal kurmay subay olarak mezun olurken, Arif Bey yüzbaşı olarak ayrıldı. Yolları I. Dünya Savaşı cephelerinde yeniden birleşti. Conkbayırı’nda, Anafartalar’da, Filistin’de, Suriye’de, Mustafa Kemal’in komutasındaki birliklerde savaştı. Herhâlde bu yüzden, 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan Bandırma Vapuru ile Samsun’a doğru hareket eden Mustafa Kemal Paşa, yolcu listesine yakın arkadaşı 11. Tümen Komutanı Miralay Arif Bey’i de almıştı. Miralay Arif Bey, 19 Mayıs günü Samsun’a Atatürk’le birlikte çıkmış ve onun talimatıyla Amasya ve Samsun bölgesinde kalarak görev yapmıştı. Daha sonra Fransızlara karşı düzenli direniş birlikleri oluşturmak için Pozantı’ya gönderildi. Bu sırada Pazarcık ormanlarında bulduğu bir ayı yavrusunu evcilleştirmişti. Sürekli yanında gezdirdiği boz ayının dişlerini söktürüp, arada da güreşe tutuşunca, tarihten silinirken küçümsenmek için isminin önüne eklenecek lakabı ortaya çıkmıştı: Ayıcı Arif. Hâlbuki, İstiklal Harbi’nin neredeyse bütün cephelerinde bulunmuştu. İnönü Savaşları’nda, Çerkez Ethem İsyanı bastırılırken, Dumlupınar’da... Tümeni lağvedilince Sakarya Savaşı’nda Mustafa Kemal Paşa, onu yanına aldırıp, özel kalem müdürü yapmıştı. İngilizlere göre ise o “Ankara’daki Kemalist, Siyasi ve Gizli Servis’in” başıydı.
Sakarya’da cepheye giden Halide Edip de “tasavvur edilemeyecek kadar Paşa’ya benzediğini” söylediği, savaş kararlarını alan dar kadronun içindeki Arif Bey’le tanışmıştı: “Elini Arif Bey’e uzatarak, el falına bakmasını söyledi. Albay Arif ‘Bak parmaklarının arasından ışık sızıyor, hiç içini saklamıyorsun.’ dedi. Mustafa Kemal Paşa gülerek ‘Bunu bilmek için elime bakmak gerek mi?’. Albay Arif, benim avucuma da bakınca, bir dost gülümsemesiyle, benim hem içini saklayan hem kuvvetli bir insan olduğumu söyledi ve geleceğim hakkında parlak sözler ekledi. Şimdi düşünüyorum. Acaba kendi avucuna bakarak korkunç geleceğinin ne olacağını görmüş müydü?” Muhalif İkinci Grup’un güçlü olduğu Birinci Meclis lağvedilip, 1923’te İkinci Meclis’in mebuslarını seçme gücü Mustafa Kemal Paşa’nın eline geçince aklındaki güvenilir isimlerden biri de Arif Bey olmuştu. Onu, Eskişehir’den mebus yaptı. Bu arada Arif Bey, Anadolu İnkılâbı Mücahedat-ı Milliye Hatı- ratı adı altında İstiklal Harbi ile ilgili hatıralarını kaleme almıştı. 1924’ün Kasım’ında yönetimden rahatsız olan Rauf Bey (Orbay), Refet Paşa (Bele), Ali Fuat Paşa (Cebesoy), Kazım Karabekir Paşa gibi İstiklal Harbi kahramanlarının başını çektiği isimler, Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan istifa edip, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurunca Arif Bey de onlarla birlikte istifa edip, yeni partinin kurucuları arasında yerini aldı. Parti, 3 Haziran 1925’te Şeyh Said ayaklanması ile ilişkilendirilerek kapatıldı. Takrir-i Sükûn kanunuyla bütün muhalefet susturuldu. Bir yıl sonra, 18 Haziran 1926’da, gazeteler Mustafa Kemal Paşa’ya bir suikast teşebbüsünün ortaya çıkarıldığını ve İstiklal Mahkemeleri’nin İzmir’e hareket ettiğini yazdılar. Sekiz gün sonra suikast teşebbüsünün arkasında olduğu için tutuklanan isimlerin listesi gazetelerde yayınlandı. Listede Kazım Karabekir Paşa, Refet Paşa, Ali Fuat Paşa gibi paşalarla birlikte Arif Bey de vardı. Arif Bey’e yöneltilen suçlama ağırdı. İzmir’de bir ihbar sonucu yakalanan suikastçılardan Laz İsmail’i bir akşam arabasıyla Ankara’daki evine götürdüğü iddia ediliyordu.
Savcıya göre başını Cavit Bey’in çektiği İttihatçı komite, suikastın önce Ankara’da yapılmasını planlamıştı. Suikastın yapılacağı yer de Mustafa Kemal’in yaşadığı Çankaya yokuşunda bulunan ve önündeki virajdan geçerken arabaların sık dikilmiş ağaçlar yüzünden yavaşladığı Arif Bey’in Kavaklıdere’deki bağ evinin önüydü. Ama bu plan tutmayınca, suikastı yapacak eski Rize mebusu Ziya Hurşit ve Laz İsmail, Mustafa Kemal’in peşinden önce Bursa’ya ardından da İzmir’e gitmişti. Mahkeme’de Arif Bey, Laz İsmail’i o gece arabasıyla evine götürdüğü iddiasını ısrarla reddetti. Ama mahkemede hem Laz İsmail hem de yanında çalışan şoförü ve hizmetçisi onu yalanladılar.
Davadan çıkan 19 idam kararından biri de Arif Bey içindi. İdam günü Arif Bey, kendisine bir kalem ve kâğıt verilmesini istedi ve idam edilmeden önce Mustafa Kemal Paşa’ya ulaştırılmak üzere bir mektup yazdı: “Yirmi yıllık arkadaşınızım. Birçok meydan muhaberelerinde size fedakârane hizmet ettim. Ölüme yaklaştığım şu dakikada beni affedeceğinizden eminim.”9 Ama cevap gelmedi. İdam sehpasının önüne gelince bir kere durdu ve “Paşa’dan cevap yok mu? Mutlaka verir, beş dakika daha bekleyelim.” dedi. Beş dakika daha beklendi...
Bugünden geriye, bu 200 yıllık tarihe bakınca, bu ülkenin insanlarının ülkelerini çok sevdiklerini ama bunun çoğu kez platonik bir aşktan ibaret kaldığını görüyor insan. Bu ülke, maalesef insanlarını, onların kendisini sevdiği kadar sevemedi. Daha doğrusu, her dönem bir kısmını sevdi, bir kısmına üvey evlat muamelesi yaptı. Onları oldukları gibi kabul edemedi. Günün sonunda herkes bir kere düşman, herkes bir kere üvey evlat, herkes bir kere kara koyun, herkes en az bir kere mağdur ve gücü ele geçirdiğinde herkes en az bir kere de zalim oldu.
En azından burada eşitlendik. Ama henüz bunun farkında değiliz. Herkes yüzde 50 haklı yüzde 50 haksız çıktı. Ama aynı herkes yüzde yüz haklılık, yüzde yüz mağdurluk iddiasından da vazgeçmedi, vazgeçmiyor. Bunu fark ettiğimizde, kimsenin mağdur ve zalim olamayacağı, ilk fırtınada çökmeyecek, altında herkesin kendisi gibi olarak var olacağı sağlam bir çatı inşa edebileceğiz. Ya da sırayla zalimlik, sırayla mağdurluk kısır döngüsü içinde rövanş gününü bekleyeceğiz. Yine insanlar harcanacak, gelecekler kararacak, umutlar azalacak, üzerinde yaşayan insanların inanıp, enerjilerini vermediği ülke bir adım ileriye gidemeyecek. Seçim bizim...
(Alternatif Türkiye Tarihi-1’in Önsöz’ünden)