Eski başbakan Necmettin Erbakan’ın vefatının 10. yıldönümü için Saadet Partisi tarafından düzenlenen program Türkiye ortalamasının üzerinde bir demokrasi ve siyaset tecrübesine dönüştü.
Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu’nun davetiyle düzenlenen anma toplantısına CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu, HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar, Gelecek Partisi Lideri Ahmet Davutoğlu, DEVA Lideri Ali Babacan ve Demokrat Parti Lideri Gültekin Uysal, AK Parti adına Genel Başkan Yardımcısı Mahir Ünal, İYİ Parti adına Genel Başkan Yardımcısı Nuri Okutan, BBP adına Genel Başkan Yardımcısı Tevfik Eren katıldılar ve konuşmalar yaptılar.
Anmaya sadece MHP temsilci göndermemişti.
Halbuki, 80 öncesi Milliyetçi Cephe hükümetlerinde Türkeş ve Erbakan iki kez aynı hükümette yer almış, 1991’de seçim ittifakı yaparak birlikte Meclis’e girmişlerdi.
Hatta o seçimlerde Refah Partisi listelerinden Adana birinci bölge birinci sıra adayı da Devlet Bahçeli’ydi.
Her ne kadar 28 Şubat sürecinde MHP, her kriz anında olduğu gibi devletin yanında hizalansa da Erbakan’la ya da Saadet Partisi’yle anmaya katılmayacak kadar ciddi bir meseleleri olduğunu zannetmiyorum.
MHP’nin meselesi Erbakan’la değil, muhtemelen o fotoğraf karesiyleydi.
Çünkü o fotoğraf karesi siyasetlerini üzerine kurdukları çatışmanın tam zıddını temsil ediyor.
O fotoğraf karesine girip, parti liderleriyle meşru ve eşit ilişkiler kurduktan sonra seçmene dönüp muhalefetin PKK, FETÖ ve dış güçlerin emrinde olan zillet ittifakı olduğunu söylemek pek ikna edici olmazdı.
Aynı şekilde AK Parti çevreleri de o fotoğraftan pek hoşlanmadılar.
Hemen 28 Şubat’ta CHP’nin rolü hatırlatıldı, HDP’nin de orada olması artık klasikleşen ithamlara neden oldu.
Muhtemelen bu hafta iktidara yakın televizyonlardaki tartışmalara çıkış izin kağıtları olan gazeteciler, akademisyenler, siyasetçiler, yerli ve milli” denerek haklarında genel af çıkarılmış bir zamanların kışlalarda türban avcılığı yapan emekli ulusalcı komutanları ve 28 Şubat’ı komutanlardan bile daha hararetle desteklemiş Doğu Perinçek ile birlikte bu fotoğraf üzerine hafızasızlığımıza da güvenerek epey laf edecekler.
Ama ne ilginçtir ki o fotoğraf karesinden en çok rahatsız olan iktidar cenahı olmadı.
Daha yüksek sesle itirazlar muhalefet cephesinden geldi.
Erbakan defterleri açıldı, tarihin bir döneminde bir heykel kaldırmış olmasından (ki kaldıran CHP’li belediye başkanıydı), tarikatlara Başbakanlık’ta iftar vermesine kadar tarihin sayfaları koparılıp CHP ve HDP liderlerinin önüne atıldı.
Hatta 12 Eylül darbesinin gerekçelerinden birinin MSP’nin düzenlediği Konya Mitingi olduğundan ve darbeden sonra Türkeş ile birlikte en uzun süre Erbakan’ın hapiste kaldığından habersiz biri çıkıp “Kenan Evren’in anmasına da gidersiniz” diye bile yazdı.
Tabii laik asabiyeyle o defterler açılırken Erbakan’ın 1974 affına 141-142. maddeden tutuklu olanların da girmesi için kendi partisine rağmen nasıl çabaladığını, 1991’de TRT’deki bir liderler tartışmasında Başbakan Demirel’in yüzüne güneydoğuda vatandaşların askerler tarafından zorla buz üzerine yatırıldığını anlattığını, 1994’de Bingöl’deki mitingde “Sen Türküm, doğruyum, çalışkanım dersen öbür taraftan da Kürt kökenli bir Müslüman evladı, 'Ya öyle mi, ben de Kürtüm, daha doğruyum, daha çalışkanım' deme hakkını kazandı” dediği için aldığı hapis cezasının 28 Şubat’ın ardından siyaset yasağına gerekçe yapıldığını, Kürt sorununa çözüm için arabulucular gönderdiğini pek hatırlayan çıkmadı.
Aslında bu eski defterleri Türkiye siyasi hayatında uzun yıllar izler bırakmış kim için açsanız söylenecek çok şey çıkar. Muhtemelen hiçbir isim üzerinde de anlaşamayız.
Üstelik Erbakan, ölüm yıldönümlerinde hayırla yad edilmelerinden rahatsız olunmayan pek çok isimden farklı olarak devr-i iktidarlarında ne bir katliam emri vermiş, ne fail-i meçhul cinayet işletmiş, ne kimseyi kendisine hakaret etti diye tutuklatmış ne de bir gazeteciyi işinden etmiş bir siyasetçiydi.
Ömrü hayatında şiddetle uzaktan yakından ilişkisi olmamış, hep meşru siyaset içinde kalmış, bir darbeyle de Başbakanlığı bırakmak zorunda kalmış bir liderdi.
Daha beş sene önce Ankara’da otobüs durağında canlı bombayla katliam yapmış PKK’yla ortak bir tabanı olduğunu inkar etmeyen HDP’ye birazcık mesafe koyana faşist damgasını vuranlar için Erbakan’ı ölüm yıldönümünde yad etmek neden bu kadar sorun oldu acaba?
Ankara’da ülkücü bir belediye başkanının icraatlarını övmekte sorun bulmayan solcuların, Erbakan’ın ölüm yıldönümünde ardından bir kaç güzel cümle kurulmasına gösterdikleri tahammülsüzlüğü anlamak zor.
Zor zamanlarda aynı tabana dayandıkları çok güçlü bir iktidarın karşısında durmuş, bu yüzden parti genel merkezinden bile olmuş Türkiye’nin en eski ve köklü siyasi hareketlerinden birinin vefat etmiş manevi lideri için düzenlenen anma toplantısına muhalefet liderlerinin katılması gibi basit bir siyasi nezaketi bile kaldıramayanların siyasi kutuplaşmadan yakınma hakkı var mı?
Üstelik Erbakan’ı anarken Kılıçdaroğlu; Cumhuriyetçiliğini, Mithat Sancar; Kürt sorununda çözüm çabalarını, Davutoğlu; dava adamlığını, Babacan; ifade hürriyetine bakışını anlattı, yani herkes kendi dünyasından hayırla yad etti. Bunu yaptı diye ne kimse Milli Görüşçü oldu ne de Erbakan’ı kendisine rehber olarak seçti.
Bir partiyle yan yana gelmeyi ona benzemek olarak görmek, Cumhur İttifakı’nın muhalefete HDP üzerinden yaptığı yan yana gelme eleştirisinin herhalde kuzeni oluyor.
Ama burada mesele bu eleştirileri yapanların önyargıları, Erbakan ya da Milli Görüş’e karşı eleştirileri değil. Daha derin bir sorunla karşı karşıyayız.
O çoğulcu demokrasi fotoğrafından AK Parti ve MHP ‘yle birlikte rahatsız olmaları da tesadüf değil.
Çünkü siyaseten karşıt kutuplarda olsalar da benzer bir iddiayı paylaşıyorlar:
Tarihsel haklılık iddiasını...
Belki 180 derece tersi bir haklılık iddiası bu ama onlar da tarihin iyi ve haklı tarafında durduklarını ve diğer herkesin tarihin yanlış ve kötü tarafında olduğunu düşünüyorlar.
Bu Hegelci teklikte, değer çoğulculuğuna yer yok.
Hoşumuza gitmese de, ideallerimize ters düşse de, dünyayı farklı anlamlandırma biçimleri, insanların farklı değer sistemleri var.
Rakip fikirler, partiler, ideolojiler, inançlar; kötü, aptal, ilkel, geri oldukları için değil, öyle düşünmek de mümkün olduğu için varlar.
Bu da en başta mutlak hakikati, ahlakı, erdemi temsil ettiği, tarihin doğru tarafında durduğu iddiasından vazgeçmek demek.
Türkiye’nin hiçbir zaman İslamcılar, Kemalistler, solcular ya da milliyetçilerin hayallerindeki ülke olmayacağını kabul etmek demek.
Ne toplum bir gün topluca hidayete erecek, asr-ı saadet, “Osmanlı barışı” geri gelecek ne de bir anda herkes aydınlanacak ve bilimsel laik bir cennete dönüşeceğiz, köylerde Köy Enstitüleri açılacak, kadınlar başörtülülerini çıkaracak, Kürtler Kürtçe’yi, Aleviler Aleviliği unutacak ya da herkes bir anda feminist olup, ülke Boğaziçi Sosyoloji kantinine dönecek.
Bunu içine sindiremeyenin eninde sonunda sekterliğe mahkum olması mukadder.
O sekterlik içinde kendi süper haklılığından dışarıya doğru atılan her adım taviz gibi görülür, siyaset yapmak yerine maksimalist talepleri bağırmak tercih edilir.
Tarihsel haklılık iddiası sekterliği, sekterlik ise eline güç geçtiğinde otoriterliği doğuruyor.
Çünkü mutlak doğruyu, iyiyi temsil ettiği iddiasında olanlar neden başkalarının yanlış fikirlerini dinlesin, onlara tahammül etsinler ki?
İşte tam da şikayet ettikleri bugünkü otoriterlik aynı aşamalardan geçerek bu hale geldi.
Bugün siyaset yapmaya, alanını genişletmeye çalışan muhalefetin önündeki en ciddi engellerden biri, uzun süredir yankı odalarında birbirlerinin süper haklılık tezlerini dinleyen, başka türlü muhalefet etme sebepleri de olabileceği fikrine dahi kapılarını kapatmış bu tek tipçi muhalefet anlayışı ve sekterlik.
Bu sekterlikte ısrar edenler son Erbakan anmasıyla CHP ve HDP’nin gerisine düştüler.
Sürekli siyasete akıl verenlerin pek de siyasetten anlamadığı bir kere daha ortaya çıktı.
Siyaset eğilmeyi, bükülmeyi, değişmeyi göze alamayanlara, maksimalizmi bırakıp mümkün olana odaklanamayanlara ve tabii bazen “yetmez ama evet” diyerek ittifaklar kurmaya gönlü el vermeyenlere göre bir iş değil.
O fotoğraftakilerle bile yan yana gelmektense marjinal bir azınlık olarak süper haklılığının keyfini çıkarmayı tercih edenlere göre ise hiç değil.
Bırakın da bari siyasetten anlayanlar işini yapsın...