İdlib’de 34 askerin şehit edildiği gece Ankara’daki olağanüstü zirveden çıkan ilk karar Avrupa’ya gitmek isteyen göçmenlere kapıların açılacağı oldu.
Tabii ki kapılar açılmadı ama devlet kaçak yollardan sınırın geçilmesine müdahale etmiyor.
Ama bir devlet kendi sınırlarından isteyenlerin kaçak olarak geçebileceğini resmen açıklayamayacağı için kararla ilgili soru üzerine Dışişleri Bakanlığı sözcüsü şöyle dedi:
“İdlib’de yaşanan ve yüzbinlerce insanın yerlerinden edilmesine neden olan son gelişmeler, ülkemiz üzerindeki mevcut göç baskısını daha da artırmıştır. Bu gelişmeler, halkımız ve dünya kamuoyu tarafından takip edilmektedir, ülkemizdeki sığınmacılar ve göçmenleri de derinden etkilemektedir.
Nitekim gelişmelerden endişeye kapılan ülkemizdeki bazı sığınmacı ve göçmenler Batı sınırlarımıza doğru hareketlenmeye başlamışlardır. Durumun kötüleşmesi halinde bu risk artarak devam edecektir. Dünyada en fazla mülteciye ev sahipliği yapan ülkemizin mülteciler ve sığınmacılara yönelik politikasında bir değişiklik yoktur.”
Bu diplomatik tevilin, İdlib saldırısıyla sınırları açma kararı arasındaki ilişkiyi açıklamadığı kesin.
Türkiye, İdlib’de esas olarak yeni büyük bir göçmen dalgasını engellemek için bulunuyor.
2011’de Suriye’de savaşın başlamasından önce 700 bin insanın yaşadığı İdlib’in nüfusu bugün, 3.5 milyon. Rejim güçlerinin eline geçen şehirlerden göç edenlerin oluşturduğu bu nüfusun en az 1.5 milyonu Rusya ve Esad’ın saldırılarından kaçıp Türkiye sınırına yakın bölgelere yerleşmiş durumda.
Yüzde 60’ını kadınların oluşturduğu bu nüfus, dokuz yıldır direndikleri Esad rejimi altında yaşamaktansa Türkiye’ye sığınmayı tercih ediyor, bu İdlib’i “terörist yuvası” olarak gören, ve artık bu demografiyi ülkesinde istemeyen Esad’ın da tercihi olacak gibi görünüyor.
Türkiye’nin Suriye sınır kapıları hala kapalı, İdlib’ten henüz yeni bir göç dalgası gelmedi.
Ama Türkiye bu kararla Avrupa’ya, “İdlib meselesinde Rusya’ya karşı yanımda dur, bu senin de sorunun” dedi.
Etkili bir kart olduğu açık ama ahlakiliği ve işe yarayıp yaramayacağı epey şüpheli.
Aslında 2016 yılında Türkiye’nin AB ile imzaladığı Geri Kabul Anlaşması’ndan bu yana sivil toplum örgütleri Türkiye’nin Avrupa’ya geçmek isteyen göçmenleri durdurmasına karşı çıkıyordu.
Ama tabii bu göçmenlerin botlarla tehlikeli yolculuklara çıkmasına müsaade edip, hatta bunu canlı yayınlarla bütün dünyaya izletmek demek de değildi.
Türkiye’den Avrupa’ya geçici kolaylaştırmak, bunu bütün dünyaya böyle bağıra çağıra göstermek, yeni göçmenlerin de Türkiye’ye doğru yola çıkmasına neden olabilir.
Yunanistan’ın göçmenlere çok sert müdahalesi, Avrupa Komisyonu Başkanı ve Merkel’in “Bu şantaja boyun eğmeyeceğiz” açıklamaları Avrupa’yı bu şekilde yola getirmenin de kolay olmayacağını söylüyor.
Ama Türkiye sınırlarını açınca esas başka bir gerçek ortaya çıktı ki esas o bu politikanın etkisini azaltıyor.
Sınır kapılarına ve Ege kıyılarına milyonlar koşmadı.
İçişleri Bakanlığı’nın açıkladığı son rakama göre Türkiye’den çıkan göçmen sayısı 140 bin civarında. Yunan yetkililer ise bunun ancak yedide biri bir kitlenin kara sınırının ara bölgesinde beklediğini, dört bin civarında kişinin de denizden Yunan adalarına geçtiğini iddia ediyor.
Ama daha ilginci bu fırsattan yararlanmak için bütün riskleri, göze alarak sınır kapılarına ve kıyılara gelenler içinde çoğunluk Suriyeliler değil.
Bölgeden gelen bilgilere göre evet sınırı geçmeye çalışanlar arasında Suriyeliler de var ama çoğunluk Afganistan, Irak, Tacikistan, Pakistan ve Afrika ülkelerinden gelen kayıtsız ve düzensiz göçmenler.
Yani Türkiye ile AB arasındaki anlaşmada “Suriyeli olmayanlar Türkiye’nin konusudur” cümlesinde geçenler...
Türkiye’de Suriyeliler dışında kaydı olmayan 500 bin sığınmacı var.
Türkiye sınırlarını kaçak olarak geçerken yakalanmış ve ülkesine iade edilmesi gereken düzensiz göçmenlerle birlikte bu sayı 1 milyonu aşıyor.
Yani Türkiye’de 1 milyon kayıtsız göçmen bulunuyor.
Sınır güvenliğine rağmen özellikle İran ve Irak sınırlarından günde ortalama 1500 insanın kaçak olarak Türkiye’ye girdiği biliniyor.
Çoğunluğu Afganistan’dan Irak’tan, Pakistan’dan, Tacikistan’dan yürüyerek Türkiye’ye kadar gelen bu göçmenlerin esas gitmek istedikleri yer de Avrupa ülkeleriydi. Ama Türkiye sınırları ve kıyılarındaki tedbirleri artırınca bunu başaramadılar.
Türkiye’de tutunmaya çalıştılar ama bir kısmı kayıtsız olduğu için, bir kısmı hakkında zaten geri iade kararı olduğu için burada çalışamadılar, tutunamadılar.
O yüzden de gaz yemeyi, motorlarının batırılmaya çalışılmasını göze alarak sınırlarda kalıp, şanslarını denemeye çalışıyorlar.
Peki Suriyeliler neden bu riskleri göze alıp, Avrupa için şanslarını denemiyor?
Bu sorunun cevabı Türk-Alman Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı, TAU Göç ve Uyum Araştırmaları Merkezi Müdürü Prof. Dr. Murat Erdoğan’ın geçen hafta Perspektif sitesinde yayınlanan “Türkiye’deki Suriyeliler: 9 Yılın Kısa Muhasebesi” başlıklı çok önemli makalesindeki istatistiklerde saklı.
https://www.perspektif.online/tr/siyaset/turkiyedeki-suriyeliler-9-yilin-kisa-muhasebesi.html
Yazıdaki tespitler Türkiye’deki Suriyeli göçmenlerin bir an önce ülkelerine gitmelerini bekleyen büyük bir kitleyi pek de memnun etmeyebilir.
Ama neyle karşı karşıya olduğumuzun net bir resmini ortaya koyuyor.
Öncelikle tabii ki Türkiye, “neden Suriyeli göçmenlerin yükünü sadece biz çekiyoruz” diye yakınmakta, bu yükü paylaşmadığı için Batı’yı suçlamakta yerden göğe kadar haklı.
Ama maalesef burada coğrafyanın kader olduğunu unutmamak gerekiyor. Türkiye, Suriye ile en uzun sınıra sahip ve en refah komşusu.
Nitekim ülkesini terk eden 6,5 milyon Suriyelinin %80’inden fazlası komşu ülkelerde yaşıyor. Türkiye’de 3,6 milyon, Lübnan’da 1 milyon, Ürdün’de 600 bin ve Kuzey Irak’ta 250 bin Suriyeli sığınmacı var. Yani sadece göç eden Suriyelilerin yüzde 20’si Avrupa ve diğer ülkelere gidebilmiş.
Türkiye’de 2019’un sonu itibarıyla geçici koruma statüsü verilmiş, yani kayıt altına alınmış, kimlik verilmiş Suriyeli sayısı 3.587.566. Bu sayı Türkiye nüfusunun %4,37’sine tekabül ediyor.
Aslında Suriye’den Türkiye’ye göç edenlerin sayısı krizin ortaya çıktığı 2011’de sadece 14 binmiş.
2012’de bu rakam 60 bine, 2013 sonunda 224 bine çıkmış.
Sayıyı esas artıran ise Suriye’de IŞİD’in sahaya inmesiyle savaşın sertleşmesi olmuş.
2014 sonunda Türkiye’deki Suriyeli sayısı 1.5 milyonu aşmış, 2015 sonunda bu sayı 2.5 milyona, 2016 sonunda 2.8 milyona ve 2017 sonunda 3.4 milyona ve 2018 sonunda 3.6 milyona ulaşmış.
Türkiye’deki Suriyelilerin artık sadece yüzde 1.7’si kamplarda yaşıyor.
3.5 milyon Suriyeliden 1.5 milyondan fazlası 18 yaşın altında. Yani sosyalleşmelerini Türkiye’de yaşamışlar.
Bunlardan 550 bini ise zaten Türkiye’de doğmuş. Sadece 2019 yılında Türkiye’de doğan Suriyeli bebek sayısı 170 bin.
Okul çağındaki yani 5-17 yaş arasındaki çocuk sayısı 1 milyon 82 bin. 2016 yılında Arapça eğitim bırakılıp, Türkçe eğitime geçildi ve bu çocukların yüzde 63’ü yani 600 bini okula gidiyor. Üniversitelerdeki Suriyeli öğrenci sayısı ise 33 bin.
Suriyelilerin yüzde 38’i sigortalı olarak çalışıyor. 1 milyon Suriyelinin çalışma hayatında olduğu tahmin ediliyor.
Son üç yılda 110 bin Suriyeli de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldu.
Prof. Murat Erdoğan bu rakamları sıraladıktan sonra şöyle diyor:
“Türkiye’deki Suriyelilerin geri dönme eğilim ve imkânları son derece azalmıştır. Bu günden sonra Suriye’deki gelişmelerin ne yönde olacağı Türkiye’deki Suriyelilerin durumunu değiştirmeyecek ve Suriyelilerin en az % 80’i Türkiye’de kalmaya devam edecek görünmektedir. Türkiye’deki Suriyeliler konusunda devlet hatta muhalefet konsantrasyonu mültecilere değil, Şam rejimine vermiştir. Yani Hükümet için “Şam’daki değişim,” muhalefet için ise “Şam ile uzlaşma” soruna kalıcı çözüm olarak düşünülmektedir. Siyasetin bu yaklaşımı, sosyolojik alanda yaşananın göz ardı edildiğini de göstermektedir. 9 yılını dolduran süreç, Türkiye’deki Suriyelilerin pek çoğu için artık Suriye’de olup bitenden bağımsızlaşmıştır. Suriyeli mülteciler Türkiye’deki yaşamlarına ve geleceklerine, Şam’daki değişimden daha fazla önem vermektedirler. Bu durum aslında akademiya ve bürokratların da farkında olduğu bir gerçekliktir. Bunun için adı konulmamış bir uyum süreci yaşanmaktadır.”
Ama bu gerçeği duymaya vatandaşlar henüz hazır değil.
En son Konda’nın yaptırdığı araştırmaya göre 2016 yılında Suriyeli sığınmacılarla aynı şehirde yaşarım diyenlerin oranı yüzde 72 iken bu oran 2019’da yüzde 40’a gerilemiş durumda.
Aynı yıllar arasında Suriyelilerle aynı mahallede yaşarım diyenlerin oranı yüzde 57’den yüzde 31’e, aynı apartmanda otururum diyenlerin oranı yüzde 41’den yüzde 21’e düştü.
Bu rakamlar siyasetçilerin de kayıtsız kalamayacağı rakamlar.
Muhalefet uzun bir süredir bunun farkında ve Suriyeli sığınmacı karşıtlığını dillendiriyor. Siyaseten buna uyanan iktidarın söylemi de 2016’dan sonra değişmeye başladı.
Artık iktidar Suriyelilere vatandaşlık vermekten bahsetmek yerine, Suriye’de kurulacak güvenli bölgedeki evlere Suriyelileri yerleştirmekten bahsediyor.
Geçen yıl bulunduğu ilde kayıtlı olmayan binlerce Suriyeli, sokaklarda yapılan kimlik kontrolleriyle şehir dışına ya da otobüslerle Suriye’ye gönderildi, bu uygulama özel olarak Valiliklerce duyuruldu.
Avrupa’ya karşı mültecileri siyasi koz olarak kullanmak da yine bu söylem değişikliğiyle ortaya çıktı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ilk kez Kasım 2016’da Avrupa Parlamentosu'nun Türkiye ile müzakerelerin geçici olarak askıya alınmasını tavsiyesine karşı çıkarken bu kartı açmış ve şöyle demişti:
"Kapıkule'ye 50 bin mülteci dayanırsa feryat ettiniz. Bana bak, eğer daha ileri giderseniz bu sınır kapıları da açılır bunu da bilesiniz. Öyle kurusıkı tehditlerden ne ben anlarım ne bu millet anlar, bunu da bilesiniz.”
Daha sonra bunu pek çok konuşmasında tekrarladı.
Son olarak sınırlardan geçişlere izin verilme kararını şöyle savundu:
“Biz bu kapıları bundan sonraki süreçte de kapatmayacağız. Ve bu devam edecek. Avrupa birliği sözünde durması lazım, sözünü tutması lazım. Biz bu kadar mülteciyi, bakmak onları beslemek durumda değiliz. Eğer dürüstseniz samimiyseniz siz de buradan bir paylaşım da bulunacaksınız. Bulunmadığınız takdirde biz bu kapıları açarız.”
“Nasıl olsa Türkiye 9 yıldır bütün bu göçmenleri baktı, besledi, barındırdı. Herhalde diyorlar ki 'bir 19 sene daha bakar. Kusura bakmasınlar artık böyle bir süreç yok.”
Şüphesiz son dokuz yıldır Türkiye’nin dünyada en itibarlı ve saygı uyandıran siyaseti sığınmacı politikası oldu.
Türkiye 2011’den bu yana bu yolda büyük mesafeler kaydetti ve işin boyutu ensar ve muhaciri çoktan geçti.
Dokuz yıl sonunda toplumda Suriyelilerle ilgili fedakarlık, paylaşma, diğergamlık, yardımseverlik hisleri değil bıkkınlık hisleri baskın.
Ensarlar yorgun düşmüş, muhacirler de yerleşik hale gelmiş durumda.
O yüzden hisler, ulvi değerler üzerinden bu ilişkiyi kurmak riskli de. Çünkü bu hisler değişmeye başladığında milyonlarca insanın hayatı da riske giriyor.
Nitekim sınırlardan geçmeye çalışırken verdikleri röportajlarda Türkiye’deki şartları kötüleyen bazı sığınmacılar nankörlükle suçlandı, “Siz bizim için değil, kendiniz için Suriye’de savaşıyorsunuz” diyen iki genç Suriyeli sığınmacı ise bazı siyasetçilerin sosyal medyadaki baskısıyla gözaltına bile alındı.
Hala askerleri şehit eden Suriyelilerle, Türkiye’deki Suriyelileri karıştırıp, şehit cenazelerinden sonra Suriyeli sığınmacıların dükkanlarına saldıran linççi kalabalıklar var.
O yüzde bu topluma yavaş yavaş bunu anlatmak gerekiyor.
Suriyelilerin yüzde 80’i yakın vadede ülkelerine dönmeyi düşünmüyor. Pek çoğu Türkiye’de kendilerine bir hayat kurdu, işleri var, çocukları okula gidiyor.
Muhtemelen İdlib’den gelecek olanlar da öncelikle Türkiye’de yaşamaya çalışacak, Avrupa kapılarını zorlamayacak.
Yani Avrupa’yı Suriyeli mülteci dalgalarıyla korkutmak o kadar işe yaramayabilir.
Ensarlar iyice yorgun düşüp, muhacirler bu dışlanmışlık üzerine kendilerine bir hayat kurmadan ensar-muhacir yerine artık entegrasyon üzerine düşünmeye başlamak gerek.
Çünkü bazıları üzülecek ama Suriyeliler gitmiyor, kalıyor...