“Politikadaki hürriyet, bir yığın hürriyetsizliğin anahtarı veya ardına kadar açık duran kapısıdır. Meğer ki dünyanın en kıt nimeti olsun; ve tek insan onunla şöyle iyice karnını doyurmak istedi mi etrafındakiler mutlak surette aç kalsınlar. Ben bu kadar kendi zıddı ile beraber gelen ve zıtlarının altında kaybolan nesne görmedim. Kısa ömrümde yedi sekiz defa memleketimize geldiğini işittim. Evet, bir kere bile kimse bana gittiğini söylemediği halde, yedi sekiz defa geldi; ve o geldi diye biz sevincimizden, davul, zurna, sokaklara fırladık. Nereden gelir? Nasıl birdenbire gider? Veren mi tekrar elimizden alır? Yoksa biz mi birdenbire bıkar, "Buyurunuz efendim, bendeniz, artık hevesimi aldım. Sizin olsun, belki bir işinize yarar!" diye hediye mi ederiz? Yoksa masallarda, duvar diplerinde birdenbire parlayan, fakat yanına yaklaşıp avuçlayınca gene birdenbire kömür veya toprak yığını haline giren o büyülü hazinelere mi benzer? Bir türlü anlayamadım.… Hakikaten muhtaç olsaydık, hakikaten sevseydik, o sık sık gelişlerinden birinde adamakıllı yakalar, bir daha gözümüzün önünden, dizimizin dibinden ayırmazdık. Ne gezer? Daha geldiğinin ertesi günü ortada yoktur. Ve işin garibi biz de yokluğuna pek çabuk alışıyoruz. Kıraat kitaplarında birkaç manzume, resmî nutuklarda adının anılması kâfi geliyor.”
Türkiye siyasi tarihinin en kısa ve en veciz özetini Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün fikir babası ve baş kahramanı Hayri İrdal yapmıştı.
Romanın 1961 yılında yayınlandığı hatırlanırsa Tanpınar’ın hürriyet hakkında Hayri Bey’e söylettiği “Kısa ömrümde yedi sekiz defa memleketimize geldiğini işittim” cümlesindeki 7-8 rakamlarının öylesine söylenmemiş rakamlar olduğu daha iyi anlaşılabilir.
Namık Kemal’in Hürriyet şiirleriyle ilan edilen Birinci Meşrutiyet’i askıya alan 2. Abdülhamit devrinde çocukluğunu yaşamış, sonra “Abdülhamit istibdadına hayır” diyenlerin, 1908’de Hürriyet ilanına şahitlik etmiş, sonra İttihatçıların istibdat devrini tecrübe etmiş, ardından muhalifleri Hürriyet ve İtilafçılar’ın hürriyet vaatleriyle iktidara geldiklerine şahit olmuş, ardından tekrar İttihatçılar darbeyle yönetime el koymuş, sonra ülkeyi hürriyete kavuşturan Cumhuriyet’in modernlik, laiklik, hürriyet vaat eden politikalarının nasıl bir baskı rejimine döndüğünü de bizzat yaşamıştı.
Ardından yine “hürriyet, demokrasi” sloganlarıyla iktidara gelen Demokrat Parti dönemi, sonra onların da baskıcı politikaları, ardından yine “diktatörlüğe hayır, hürriyet” sloganları eşliğinde yönetime el koyan darbecilerin mahkemeleri, tasfiyeleri, yasakları, idamları...
1962 yılının başında vefat eden Tanpınar’ın ve Hayri İrdal’in ömrü bu kısır döngünün 9’uncusunu, 10’uncusunu, 11’incisini ve gerisini görmeye yetmedi.
Peki, davul zurna ile gelen hürriyetler nasıl birdenbire sessizce gitmişti ve neden gelişlerinden birinde onu adamakıllı yakalayamamıştık? Neden hakikaten ona muhtaç olmamıştık, hakikaten sevmemiştik ve gözümüzün, dizimizin dibinde oturtmamıştık?
Bugünlerde yine pek çok kişi bu soruya karamsar yanıtlar veriyor. “Türkiye işte” ile başlayan yorumları, “bu halkın bunu hak ettiği”, “daha fazlasına layık olmadığı”, “zaten eğitiminin, kültürünün buna müsait olmadığı”yla ilgili özcü ve elitist tespitler izliyor.
Bu tespitlerin ucu ya siyasetten tamamen elini ayağını çeken bir apatiye ya da marjinal pozisyonlara, radikalizme çıkıyor.
Daha büyük kalabalıklar içinse hürriyet meselesini konuşmak ülkenin bekası tehlikedeyken tehlikeli ve lüks.
Bugün bir toplumsal kesime ait görülebilecek bu kaygı, dün de tam karşıt grupların kaygılarıydı, onlar demokrasi, hürriyet taleplerini başka beka ve güvenlik kaygıları ileri sürerek tehlikeli ve lüks buluyorlardı.
O yüzden devletin ne yaptığından çok toplumun bu sürekli depreşen ve hürriyetlerin askıya alınmasına sebep olan kaygılarının kaynağına inmek, onları ciddiye almak ve anlamaya çalışmak gerek.
Türkiye’deki bütün kırılma anlarında toplumun hürriyetin sessizce terk edişini sırtını dönerek izlemesinin bazı rasyonel ve pratik sebepleri vardı.
Abdülhamit Meclis’i Mebusan’ı tatile gönderirken ve Kanun-i Esasiyi rafa kaldırırken, Rus ordularının İstanbul önlerine kadar geldikleri gerçek bir beka kaygısıyla karşı karşıyaydık. İttihatçılar sertleşirken, Balkanları kaybetmiştik, Edirne bile elden gitmek üzereydi. Kemalistler, Takrir-i Sükun ilan ederken ülkeyi sarsan büyük bir isyan çıkmıştı. Demokrat Parti darbe tehlikesinden korktuğu için Tahkikat Komisyonları kurmuştu. 12 Mart’ta az kalsın sol bir cunta yönetime el koyacaktı, o yüzden tutuklamalar olmuştu. 12 Eylül’den önce gerçekten sokaklarda kardeş kanı dökülüyordu. Laikler ve askerler, Türkiye’de bir şeriat tehlikesi olduğuna gerçekten inanıyordu ve bu yüzden 28 Şubat oldu ve devlet ve laik kesim başörtüsü yasağını kaldırmaya uzun yıllar yanaşmadı. Devlet, PKK’nın güçlenmesinden, Kürtlerin ülkeyi böleceğinden endişe ettiği için Kürtçe televizyon yayınına bile uzun yıllar direndi. Bugün de Türkiye bugünkü olağanüstü hali de kanlı bir darbe girişimi ve şehirlerin ortasında canlı bombalar patlatan bir terör dalgasının ardından yaşıyor.
Bu örneklerin her birinde, ortadaki tehlike ya da gösterilen tehlike, hukukun askıya alınması, özgürlüklerden vazgeçilmesi, mutlak bir sessizlik sağlanmasının gereği üzerine toplumun bir kesimini ikna etmişti.
O günkü teyakkuz halinden bakınca pek çok tuhaf uygulama da makul görünebiliyordu. Ordu, Şeyh Said isyanını bastırmaya çalışırken, Birinci Dünya Savaşı’ndaki asker kaçaklarının nasıl idam edildiğiyle ilgili dramatik hikayeler yazan Cevat Şakir’in İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıp ceza alması herhalde kimseye tuhaf gelmemişti.
Ama yıllar sonra Cevat Şakir, Halikarnas Balıkçısı olup, Mavi Sürgün’de başına gelenleri yazdığında onu okuyanlar, muhakkak yapılanların gülünç, saçma ve zalimce olduğunu düşündüler.
Bugün pek çok laiğe Cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül’ün eşi başörtülü diye miting yapmak saçma geliyor olabilir.
Ya da milliyetçiler bile bugün Kürtçe bir televizyon kanalı olmasının ülkeyi böleceğiyle ilgili kaygıların yersiz olduğunu fark etmiştir.
Ama her güvenlik krizini benzer yöntemlerle çözmek bu uzun tarihin gösterdiği gibi günün sonunda Türkiye’nin beka kaygısını bitirmedi.
Aslında hukukun, özgürlüklerin askıya alındığı bütün bu süreçler, bir sonraki krizin de tetikleyicisi oldu.
Hukukun, özgürlüklerin askıya alındığı her olağan üstü hal dönemi, toplumsal kesimler arasındaki çatışmaları kalıcılaştırdı, sırayla her iktidara gelen rövanş istedikçe de normalleşme bir türlü sağlanamadı.
Tabii ki dünyanın bütün iktidarları sessizlik severler, herkesin onları desteklemesini, fazla gürültü çıkaranların susturulmasını, tehlikeli olabileceklerin tehlikeli olmadan durdurulmasından memnun olurlar.
Ama daha akıllı iktidarlar, bunun aslında göz boyayan ve tehlikeli bir sessizlik olduğunu kısa zamanda anlar.
Bütün sosyal meseleleri, fikri tartışmaları devletin kolluk güçleriyle çözmek, istenmeyen sesleri susturmak, ilk başta sorunların çözüldüğü, sessizliğinin sağlanmış olduğu gibi bir intiba yaratabilir. Ama aslında kimse susmamış, konuşanlar sadece devletin duyamayacağı yerlere doğru çekilmiş, kuytularda, karanlık dehlizlerde konuşmaya devam etmektedirler.
Ama artık onları duymak, müzakere etmek, fikirlerini değiştirmek de mümkün değildir. Devlet gözlerinin önündeki ‘sakıncalıları’ güvenlik nedeniyle göremeyeceği bir yere doğru itince aslında bir güvenlik açığına da sebep olmuştur.
Artık o karanlıkta efsaneler, yalanlar, abartılar, propaganda, kötücül fikirler için münbit bir ortam ortaya çıkar. Özetle hürriyetleri yok etmek, kısa vadede güvenlik, orta vadede güvenlik sorunu yaratır
Ayrıca devletin bütün sosyal, fikri meselelere müdahalesi toplumun kendi içinde çözebileceği meselelerin şeklini de değiştirir, toplumun potasında merkeze, sağduyuya doğru çekilebilecek radikal fikirler, siyasetler devletin baskısının yarattığı mağduriyetle daha fazla insan için makul bir pozisyon haline gelir ve böylece mağduriyet radikallerin zırhı olur.
Örneğin her kesimden doktorların üye olduğu Türk Tabibler Birliği’nin Türkiye’de halkın çok büyük bir çoğunluğunun destek verdiği bir operasyona karşı çıkması, doktorlar içinde bu pozisyonunun tartışılmasına ve birliğin merkeze doğru çekilmesine sebep olabilecekken, devletin birlik yöneticilerini gözaltına alması, sadece yöneticilerin pozisyonunu savunmayan doktorların sessizleşmesine, yanlış bulunan pozisyonunun daha fazla doktor için meşru ve doğru hale gelmesine sebep olur.
Ve bu kısır döngünün devam etmesine sadece krizleri benzer yöntemlerle çözmeye çalışan iktidarlar değil, ümidini kaybeden, böylece yöntemleri ve dili kirlenen, radikalleşen muhalifler de büyük katkılar yaptılar.
Bu kısır döngüyü kırmanın yolu, toplumsal kaygıları küçümsemeden diyalogu sürdürmekten, marjinalleşmemekten, demokratik ve medeni bir dilden vazgeçmemekten geçiyor.
Tabii bir de bu kısır döngüye nasıl katkı yaptığımızla ilgili dürüst bir yüzleşme için arada aynaya bakmaktan.
Türkiye’de 7-8 seferde hürriyet elden kayarken en az ikisinde Hayri İrdal’ın olmasa da Tanpınar’ın da elleri kirlenmişti. (Kemalist radikal devrimler dönemi ve 1960 darbesi) Belki bu yüzden söylenmeye de hakkı yoktu.
Aslında hiçbirimizin söylenmeye hakkı yok...