Eurovision Şarkı Yarışması, İtalya’nın Torino şehrinde yapıldı ve yarışmayı beklendiği gibi Ukrayna kazandı.
Ülkelerin bir araya gelip birbirlerine puan verdiği bir yarışmada işin içine siyasetin girmemesi şaşırtıcı olurdu.
Fakat Eurovision artık bizi 80’ler boyunca heyecanlandırdığı gibi ulus devletler arası bir güç gösterisi değil, dünyadaki kozmopolit kültürün bir festivali.
Örneğin Torino’daki final gecesinin üç sunucusundan biri olan şarkıcı Mika, Amerika doğumlu Lübnanlı bir anne ve Kudüs doğumlu ama Şam asıllı bir babanın oğlu olarak Beyrut’ta doğmuş.
Ailesi Lübnan’da iç savaş çıkınca Paris’e göç etmiş. Fransa’nın “O Ses Türkiye”sinde jüri üyesi olan Mika, hem Fransa’da hem İtalya’da şöhret.
Yarışmada ikinci kez İtalya’yı temsil eden şarkıcı Mahmud’un ise babası Mısırlı, annesi Sardunyalı.
Annesi ve babası çocukken boşanan Mahmud Arapça bilmiyor, Katolik. 2020’de ikinci olduğu Eurovision’da söylediği Soldi (Para) adlı şarkıda Mısırlı babasıyla kavgalarını anlatmış, “Ramazan’da şampanya içmekten” bahsetmişti.
İtalya’nın Eurovision’u Sanremo Şarkı Yarışması’nı kazandığında İtalyan aşırı sağcı lider Salvini, “İtalyan bir şarkının kazanmasını tercih ederdim” demişti.
Ama göçmen karşıtı aşırı sağ partilerin iktidar ortağı olduğu İtalya, bir kez daha yarışmaya adı Mahmud olan bir şarkıcıyla katılmaktan geri durmadı.
Yarışmada Belçika’yı Kongolu, Estonya’yı Ermeni, Yunanistan’ı Norveçli, Almanya’yı Amerikalı siyahi şarkıcılar temsil etti.
Fransızca konusunda oldukça milliyetçi olan Fransa ise kuzeyde konuşulan Breton dilinde bir şarkıyla yarıştı.
Geçen yıl Rotterdam’daki final daha da kozmopolitti.
Malta Nijerya, Hollanda Surinam, İsveç Kongo, Avusturya Filipin kökenli şarkıcılarla yarışmışlardı.
2019’da San Marino’yu Serhat temsil etmişti. İsveç bir kaç yıl üst üste Filistin asıllı popçularla şansını denedi. Azerbaycan yıllardır İsveçli bestecilerin şarkılarıyla Eurovision’a katılıyor.
Sınırları belirsizleşmiş bu çok kültürlük ve melezleşme artık kimsenin pek dikkatini bile çekmiyor.
Çünkü çok kültürlülük gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki metropoller için artık bir tercih değil, kaçınılmaz bir zorunluluk.
Eurovision’a ev sahipliği yapan 900 bin nüfuslu Torino’nun yüzde 14’ünü yabancılar oluşturuyor. Bu yabancıların yüzde 46’sı Romanyalı, yüzde 12’si Faslı.
Bir önceki ev sahibi olan Rotterdam’da ise uzun süredir Hollandalılar azınlıkta.
Şehir nüfusunun yüzde 54’ü yabancı orjinli. Surinamlılar, Türkler ve Faslılar diye gidiyor liste.
Zaten Hollanda’nın ikinci büyük ve en tarihi şehrini 13 yıldır, ailesiyle 1976’da Fas’tan Rotterdam’a göç etmiş Ahmet Ebutalip yönetiyor.
Eğer Ukrayna 2023 Eurovision’una ev sahipliği yapamazsa, yarışmanın muhtemelen ev sahibi olacak olan Londra’nın Belediye Başkanı Sadık Khan da Pakistan kökenli.
İşçi Partisi’nin Londra belediye başkanlığı için ısrarla bir Pakistanlıyı aday göstermesi de siyasi doğruculuk değil, siyaseten doğru bir karar.
Çünkü Londra nüfusunun yüzde 37’si İngiltere dışında doğmuş insanlardan oluşuyor, şehrin nüfusunun yüzde 21’i ise yabancı ülke vatandaşı.
OECD’nin 2019 verilerine göre İngiltere nüfusunun yüzde 13,7’si, Hollanda nüfusunun yüzde 13, 4’ü, Almanya nüfusunun yüzde 16,1’i yabancı bir ülkede doğmuş.
Bu oran İsveç, Avusturya ve Kanada’da yüzde 20’leri, İsviçre ve Avustralya’da yüzde 30’ları buluyor.
Daha homojen olan İtalya’da bile oran yüzde 10’un üstünde.
Bu rakamlar bu ülkelerde doğmuş ve vatandaşı olmuş göçmen kökenlilerle birlikte iki katına çıkıyor.
Nitekim, Almanya Federal İstatistik Dairesi'nin taze verilerine göre ülkede istihdamda yer alanların yüzde 25,9'unun bir göç geçmişi var.
Ama bundan bir yüzyıl öncesine kadar Avrupa hiç de bu kadar çok kültürlü ve çok milletli değildi.
1900 yılına ait Avrupa’daki büyük şehirlerin demografilerini gösteren bir çalışmaya göre, Londra, Berlin, Torino, Rotterdam neredeyse tek dinli ve tek kültürlü şehirlerdi.
Avrupa’nın çok kültürlü ve çok dinli iki şehri vardı: İstanbul ve Selanik…
1914 nüfus sayımına göre 16 milyonluk Osmanlı ülkesinde nüfusun yüzde 80’i Müslüman iken yüzde 10’u Rum, yüzde 8’i ise Ermeni’ydi. Nüfusta sadece dinler sorulduğu için Müslüman nüfus içindeki Türk, Arap, Kürt oranları bilinmiyor. 1914’deki bu rakamlar Balkanların kaybından sonra Osmanlı tarihin en homojen yıllarına ait.
1914 nüfus sayımına göre Osmanlı ülkesinde yaşayan yabancıların sayısı ise 196 bindi. Yani ülke nüfusunun yüzde 2’ye yakını yabancı ülkelerin vatandaşlarından oluşuyordu. Bu 2022’de Türkiye’deki azınlık nüfusunun bile 2 katı.
Ülkenin bütün büyük şehirleri bu etnik çoğulculuktan nasibini almıştı.
Ama önce 1915 tehciri, ardından Birinci Dünya Savaşı ve Arap isyanıyla güneydeki Arap ağırlıklı toprakların kaybı, 1924 mübadelesi, 1948’de İsrail’in kurulması ve en son 1964 kararnamesiyle Türkiye tarihinin en homojen nüfusuna ulaştı.
İmparatorluğun kaybı ile paralel yaşanan bu homojenleşme farklılıkların bir güvenlik sorunu ve tehdit olarak görülmesine neden oldu.
Kürtlerin farklılığı bile ülkenin başlıca bölünme sendromuna dönüştü.
Çok kültürlülükle ilgili bu negatif tecrübeyle “kozmopolit” kavramı da negatif bir anlam kazandı.
Eski kuşaklar için kozmopolit; “dejenere”, “gayrimilli,”, “gavura özenen”, ‘hain’, “işbirlikçi”, “efemin”e anlamalarında açıklanmaya ihtiyaç dahi duyulmayan bir hakaretti.
Bunu görmek için birkaç eski Türkçe roman okumak, gazete ve dergi arşivlerinde dolaşmak yeterli. Ya da TBMM zabıtlarına kozmopolit yazıp önünüze çıkan ilk zaptı okumak:
“Bu memleketin kaderi, yalnız Sıhhiye ve Kızılay arasındaki, kozmopolit, dejenere, perişan, memleket realitelerini bilmiyen, milletin ıztırabını görmemiş olan, bozulmuş, Türklük'ten sıyrılmış, vatan kaygusundan uzak, kudurmuş köpekler gibi salyalarını sokağa döken insanların hareketlerine mi bağlı kalacaktır?” (1963)
Hala Türk Dil Kurumu sözlüğünde kavramın karşısında evrensel anlamı ve Türkiye’deki bu özel anlamı ard arda yazıyor:
“Çeşitli uluslardan kimseleri barındıran, içinde bulunduran”
“Ulusal özelliklerini yitirmiş kimse.”
O yüzden son 10 yılda göçlerle zorunlu ve hızlı bir şekilde kozmopolit hale gelen şehirler, bir yüzyıldır bizden farklı kalabalıklarla bir arada yaşam tecrübesi olmayan Türkiye toplumunu tedirgin ediyor, biri “sessizce istila ediliyoruz” deyince milyonlar ona hak veriyor.
Türkiye, son yıllardaki göçlerle son yüzyıldaki en kozmopolit nüfusuna sahip bugün.
Yine de 2019 OECD verilerine göre nüfusunda yabancı ülke doğumluların oranında Türkiye, OECD ülkeleri içinde 33. sırada, listedeki sadece Polonya ve Meksika’nın önünde.
Şayet en kötümser ve mülteci karşıtı rakam olarak 8 milyon sığınmacı/mülteci sayısı bile esas kabul edilse bile, Türkiye nüfusunda yabancıların oranı hala yüzde 10’un altında, resmi rakamlara göre ise yüzde 5’in biraz üstünde.
Bu da gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki yabancı kökenli nüfus oranına yakın ya da altında bir oran.
Tek fark; diğer ülkelerde on yıllar içinde yavaş yavaş oluşan bu göçmen nüfusu, Türkiye’de son 10 yılda hızla ve düzensiz bir şekilde oluştu.
Bu rakamların artmasının en başlıca sebebi şüphesiz Suriye’de yaşanan büyük iç savaşın yarattığı göç dalgalarıydı.
Ama tek sebep bu değil.
Türkiye hep söylendiği gibi sadece iktidarın yanlış göç politikalarıyla “sessizce istila” edilmiyor.
Son 10 yılda Türkiye, iktidarın hem yanlış hem doğru politikalarıyla, önce ekonomik büyümeyle, ardından fiyatlarının ucuzlamasıyla, ülkeyi bir arzu nesnesi haline getiren dizilerle, kaldırılan vizelerle, bölgenin hala tek demokrasisi ve laik ülkesi olmasıyla, Arap Baharı’nın çöküp, bölgedeki tek İslami iktidarın sığınılacak bir liman haline gelmesiyle, hizmet sektörünün gücüyle, Avrupa yolunun üzerindeki geçilmesi zorunlu köprü konumuyla yani birbiriyle çelişiyor gibi duran pek çok etkenin bir araya gelmesiyle ama kaçınılmaz, yapısal, geri döndürülmesi imkansız bir küreselleşmenin sonucunda bölgesindeki yabancılar için bir cazibe merkezi haline geldi ve geliyor.
Ve bu yabancılar sadece sınırları aşarak gelen Afganlar değil.
İstanbul Turizm İl Müdürlüğü’nün Mart 2022 istatistiklerine göre sadece Mart ayında İstanbul’a 110 bin İranlı, 90 bin Rus, 40 bin İsrailli ve 30 bin Iraklı turist geldi.
Bu yılın Mart ayında İstanbul’u ziyaret eden Cezayirlilerin sayısı yüzde 1400, Kuveytlilerin sayısı yüzde 1097, Ummanlıların sayısı yüzde 880, Faslıların sayısı yüzde 680 arttı.
Yani bayramda İstanbul sokaklarındaki Arap yoğunluklu yabancı kalabalığını sadece sığınmacılar yaratmadı.
2005’lerden itibaren ekonomik sıçrama, AB sürecinin artırdığı Türkiye’nin cazibesini son üç yıldır da TL’nin değer kaybı, Türkiye’nin ucuzlaması, ucuza alınan değerli vatandaşlığı artırdı.
TC vatandaşı olmak demek sadece bölgedeki zengin bir ülkede yatırım yapmak, bir kapısı olmak demek değil, aynı zamanda 113 ülkeye vizesiz gidebilme hakkı, esas gidilmek istenen Avrupa ve ABD’ye kolay girme ayrıcalığı da demek.
Tapu Kadastro Müdürlüğü’nün Ocak 2022 verilerine göre yabancıların Türkiye'de aldığı ev ya da işyeri sayısı 263 bin 207’e ulaştı. Ocak ayından bu yana bu rakam en az 20 bin daha arttı.
Türkiye’den mülk satın alanların ülkelere göre dağılımında ise sıralama yine Ocak 2022 rakamlarına göre şöyle:
34 bin 432 ile Irak, 27 bin 264 ile İran, 22 bin 750 ile Rusya, 14 bin 337 ile Almanya, 14 bin 185 ile Suudi Arabistan, 13 bin 697 ile İngiltere, 13 bin 619 ile Kuveyt, 10 bin 844 ile Afganistan, 7 bin 850 ile Azerbaycan, 6 bin 317 ile Ürdün.
Geçen aylarda o evlerden birini Konya’da bir Faslı aldı.
Aldığı evin yan dairesinde Konya’daki bir doçent cerrah oturuyordu.
Bunu nereden öğrendik?
Doç. Dr. Ogün Erşen’in yeni komşusuna gösterdiği büyük tepkiden.
Doktor Erşen, hem CİMER’e durumu şikayet etti hem de 80 bin kişinin beğendiği sosyal medyada viral olan şu tweeti attı:
“2 yıl önce 350 bin tl olan oturduğum evin yan dairesini bir Faslı 1.850.000 tl'ye aldı. Konya'da otogarın yanındaki dairede Faslının ne işi var. O evi almam için maaşımın tamamını kredi ödemem gerek ve Konya’daki 2 kanser cerrahından biriyim. Okumuş adam bu kadar ezilir mi? #konut”
Tweete cevap yazanlardan biri de tabii ki Ümit Özdağ oldu:
“Bir Türk doktorun kendi ülkesinde kendisini mülteci gibi hissetmesi bu şekilde ifade edilebilir.”
Doç. Dr. Erşen da ona şöyle cevap verdi:
“İstifa ettim Ümit bey, pazartesi kamudaki son günüm. Kiradaki evimin sahibi olamıyorsam kamuda çalışmanın anlamı yok. Zorunlu hizmette Afrin harekatında gönüllü olan biriydim. 3 yil ailemden ayrı çalıştım. Artık olmuyor. Umarım cumhurbaşkanımız hekimlerin sıkıntılarını görür.”
Doktor bey, bir doktorun bile bir ev alacak kadar kazanamamasından şikayet etmekte sonuna kadar haklı.
Ama konunun onun yan dairesini satın alan Faslı ile hiçbir ilgisi yok.
Doktor bey, yan dairesini taa Fas’tan gelip alan komşusunun kimliğine takılmaktansa, o fiyatları bir yabancı için cazip, bir Türk doktoru için ise yaklaşılamaz yapan iktidara eleştirilerini yöneltmeli.
Ama anlaşılan doktor bey Faslı yeni komşusunu eleştirmeyi daha güvenilir buluyor.
Çünkü bu ekonomik durumu yaratan iktidarı ancak “Afrin operasyonunda gönüllü oldum”, “umarım bu durumu görür” diye eleştirmek mümkünken, muhtemelen gelip Konya otogarının yanındaki apartmanda oturmayacak Faslı komşusundan şikayet etmek maliyetsiz.
Mesele yeni komşunun Faslı olmasıysa, herhalde Almanları, Norveçlileri neden gelip Konya’dan ev almıyorlar diye suçlayamayız.
O Faslı Özdağ’ın zannettiği gibi mülteci değil, girişimci.
Konya otogarının yanındaki bir apartmanda işi de muhtemelen gelip oturmak değil, yatırım yapmak ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin ona altın tepside sunduğu büyük imkandan yararlanıp ailesiyle birlikte TC vatandaşı olmak.
Böylece kendi pasaportundan daha değerli bir pasaporta sahip olmak, 113 ülkeye vizesiz gitme hakkı kazanmak, AB ve ABD’den daha rahat vize alma ayrıcalığına sahip olmak.
Aynı zamanda herkesin sabah akşam Türk dizileri izlediği Fas’ta herkesin gidip görmek istediği Türkiye gibi modern bir Müslüman ülkede bir evinin olmasının prestijini yaşamak.
Belki de Konya’yı seçmesinin nedeni şehrin her yerine farklı dillerde asılmış Mevlana’nın “ne olursan ol yine de gel” sözüdür.
Halbuki Afganistan’ın Belh şehrinden göç edip Konya’ya yerleşmiş, Farsça konuşan Mevlana’nın “Ne olursan ol, yine gel” sözlerinin her yerde asıldığı Konya’daki yabancı nüfus oranı, hümanizmin kurucularından Erasmus’un memleketi Rotterdam’ın 20’da biri bile değil.
Bundan 100 yıl önce nüfusunun yüzde 20’ye yakını Rum olan, üç dilli gazetelerin ve dergilerin yayınlandığı Trabzon da bugün homojen bir şehir.
Öyle ki o Rumlardan birinin torununun, tuttuğu Trabzonspor’un şampiyonluk kutlamasında kemençe çalıp, Türkçe türkü söylemesi bile 100 yıl önce olup bitenler hakkındaki tarih testinden geçemediği için mümkün olamadı.
Yine Londra’da, Rotterdam’da büyük kalabalıklara konserler vermiş etnik müziğin dünyaca ünlü sesi Aynur Doğan’ın nüfusunun en az yüzde 10’u Kürt olan Kocaeli’de konser vermesi yapılan incelemeler sonunda uygun bulunmadı.
Bundan 100 yıl öncesine kadar dünyanın en kozmopolit başkentine sahip olan bu halk, bir yüzyıldır büyük nüfuslu farklı dil, din ve kültürleri olan başka halklarla birlikte yaşamaya tümüyle yabancı halde.
Mülteci, sığınmacı, kaçak göçmen, yabancı turist, Türkiye’den ev satın alan yabancının birbirine karışması, eğer Arap ve doğulularsa hepsinden mülteci diye bahsedilip, şikayet edilmesi de bundan.
“Ne olursan ol, yine gel” ile övünen ama kozmopolit kelimesinin dejenere olmak, ahlaksızlık, kültürel sapma, etnik karışıklık gibi negatif çağrışımları olduğu bir ülkede yaşıyoruz.
Ama dışarıdan bakılınca henüz öyle görünmüyoruz.
İranlılar için Türkiye gidip seküler hayatın nimetlerinden yararlanıp nefes alınacak, vizesiz gidilecek yakın ülke, Körfez Arapları için aileyle vize çilesi çekmeden gidilip İslami usuller içinde eğlenilebilecek zengin, modern ucuz ülke, Kuzey Afrikalılar, Malezyalılar, Endonezyalılar için o harika dizilerin geçtiği güzel ülke, İsrailler, Ruslar, Ukraynalılar, Yunanlılar, Bulgarlar için fiyat/kalite denkleminde açık ara bir numara olan bir tatil destinasyonu, Afganlar, Pakistanlılar için Batı yolunda birkaç yıl iş bulup çalışılabilecek bir ön durak…
Türkiye aynı anda hem İhvancılar için sığınak hem de İranlı sekülerler için…
Ve bunu AK Parti’nin iktidardan gidip, CHP’nin iktidara gelmesi de değiştirmeyecek.
Daha seküler, ekonomisini toparlamış bir Türkiye belki de bölgesinde herkesin daha fazla gidip yaşamak isteyeceği bir ülke haline gelecek. İranlılar daha çok ev alacak, Taliban’dan bıkan Afganlar daha çok sınırları zorlayacak.
Yani henüz tam olarak farkında değiliz, siyasetçiler popülizm yapmaktan bu büyük gerçeği topluma anlatmıyor ama artık Türkiye için göç bir tercih değil, bir zorunluluk.
Türkiye daha kozmopolit bir ülke olacak, sokaklarda daha fazla yabancı göreceğiz, ev sahiplerimiz daha çok yabancılar olacak, çocuklarımız okullarda göçmen çocuklarıyla okuyacak.
Daha önce Amerikalıların, Avrupalıların yaşadıklarını biz de yaşayacağız, ülkemizi yabancılarla paylaşacağız.
Hatta bir gün Eurovision’da Türkiye’yi bir Suriyeli popçu bile temsil edebilir.