1997 yılının Aralık ayında Tahran, Sekizinci İslam Konferansı zirvesine ev sahipliği yaptı. Zirve, 79 Devrim’inden beri İran’da düzenlenmiş en büyük uluslararası toplantıydı.
55 İslam ülkesinin 50’sinin liderler seviyesinde katıldığı toplantı Hamaney’in Batı medeniyetini yerden yere vurduğu, paragözlülük, ahlaksızla suçladığı ve tabii çökmekte olduğunu söylediği konuşmasıyla açıldı.
1982’de Hama’da kendi halkını katletmiş Hafız Esad, içinde bolca Batı, emperyalistler, İsrail geçen bir konuşma yaptı, Suudi Arabistan Veliaht Prensi Abdullah bütün dünyanın İslami uyanışa tanıklık ettiğini söyledi.
İranlıların zirve için Tahran’da bir parkın içine özel olarak inşa ettikleri, içi son model teknolojiyle donatılmış toplantı salonunun çatısı, aşırı kar yağışından hasar görünce toplantıda bir süre elektrikler kesildi, liderlerin konuşmaları geceye kadar sarktı.
Gece yarısına doğru söz sırası, salonda belki de Batı’ya kızmakta en haklı sebepleri olan devlet başkanına geldi: Bosna Hersek Devlet Başkanı Aliya İzzetbegoviç’e.
Kısa bir süre önce Avrupa’nın gözleri önünde katliama uğramış bir halkın lideriydi.
Ama Tahran’a Riyad’dan gelmiş Aliya, orada konuştuğu yetkililerden Suudi Arabistan’da okuma yazma bilmeyenlerin oranının yüzde 60 olduğunu öğrenmiş, önceden hazırladığı konuşmasını toplantı sabahı değiştirmişti:
“Çok açık konuştuğum için beni bağışlayın. Güzel yalanların yardımı olmaz ama acı gerçekler bir ilaç olabilir. Batı çöküntü içinde ya da dejenere olmuş değil. Kendi kendini kandıran komünizmin “çürümüş Batı” propagandası, bunu acı bir şekilde ödedi. Batı çürümüş değil. Güçlü, örgütlü ve eğitimli. Okulları bizimkilerden iyi, kentleri bizimkilerden temiz. Batı’da insan haklarının düzeyi yüksek ve fakirler ile sakatlara toplumsal yardım iyi örgütlenmiş durumda. Batılılar çoğunlukla sorumlu ve dakik kişiler. Onların ilerlemelerinin karanlık yönünü de biliyorum ve bunun gözümden kaçmasına izin vermiyorum. İslam en iyisi ama biz en iyisi değiliz. Bunlar iki farklı şey ve her zaman onları karıştırıyoruz. Batı’dan nefret etmek yerine onunla rekabet etmeliyiz. Kuran bize bunu emretmiyor mu; “Hayırlı işlerde yarışınız.”
Konuşma bittiğinde salon adeta buz kesmişti. Yerine geçerken Aliya’nın yanına yaklaşan bir genç ona bir kağıt uzattı. Kağıtta İngilizce olarak “Övdüğünüz Batı’nın halkınızı yok olmaya terk ettiğini unuttunuz mu? Yalnızca Müslümanların hakiki dostunuz olduğunu hatırlayın” yazıyordu.
Aliya, toplantıyı ve yaptığı konuşmayı hatıratı olan ‘Tarihe Tanıklığım’da böyle anlatıyor. O gencin uzattığı notta yazılanı aktardıktan sonra da savaş yıllarında Saraybosna’ya 12 kez gelen, Bosna ile ilgili bir film yapan, Bosna’ya müdahale edilmesi için Batı kamuoyunu harekete geçmeye çağıran yazan Fransızların aykırı düşünürü Bernard Henry Levy’ye verdiği onur madalyasından, Chirac ve Mitterand’ın Saraybosna ziyaretlerinden bahsediyor.
Herhalde bu bir dizgi hatası ya da tesadüf değildi.
Aliya, Tahran’daki İslam Konferansı zirvesinden bir ay sonra bu kez Riyad’da toplanan İslam Konferansı’nın bilim-kültür ayağı IRCICA’nın yıllık toplantısında da salonu doldurmuş İslam dünyasının liderleri ve entelektüellerine yine cesur uyarılar yapmıştı:
“İslam’la Batı-Avrupa medeniyetlerinin kültürü arasındaki ilişkiden bahsederken burada Müslümanların aşırı uçlara gitmekten kaçınmaları gereken bir seçimle karşı karşıya olduklarını belirtmemiz gerekir. Söz konusu uçlardan biri Batı medeniyetini tamamıyla reddetmek, diğeriyse onu körü körüne takip etmektir. Bunlardan ikisi de eşit derecede tehlikelidir. Batıyla işbirliği içinde olmazsak bizim zaafımız artar. Bu medeniyeti her şeyiyle kabul edersek de kendi kimliğimizi kaybeder, kendimiz olmaktan çıkarız. Kendimizi dünyadan soyutlayamayız. Burada Peygamberimizin bir sözünü hatırlamalı, “ilim Çin’de de olsa” almalıyız. Batı medeniyeti başka başka dinlerden ve milletlerden pek çok bilim adamının katkısıyla ortaya çıkmış uluslararası bir üründür. Avrupa’nın Bacon’dan bu yana sahip olduğu değişmez güç kaynağı eleştirel düşüncedir ki bu da muhtemelen Araplardan geçmiştir. Bizim için hayati önem taşıyan işte bu eleştirel düşüncedir.
...
Bugün Avrupalı zihinlerde dolaşan iki önemli fikirden bahsetmek, ardından da hepimizi bunlar üstünde düşünmeye davet etmek istiyorum. Bunlardan ilki Açık Toplum ve Düşmanları adlı kitapta Karl Popper tarafından ortaya atılmış olan açık toplum fikridir. Açık toplum bireyin özgürlüğü, kişisel gelişim, özgür düşünce, siyasi kuruluşları eleştirme hakkı, fikirlerin özgürce paylaşımı ve bunun gibi unsurların toplamından oluşan bir temele dayanır. Müslümanlar neden böyle bir şeyin içinde yer almasın ki? Ayrıca Popper'ın fikirlerinde hoşgörü vurgulanır; Avrupa kıtası üstünde yaşayan Müslümanlara karşı da sıkça gösterilen barbarca davranışların karşısında yer alınması gerektiği belirtilir.
İkinci olarak Alman filozofu Weizsacker tarafından ortaya atılmış olan Yeni Avrupa Rönesans'ından bahsetmek istiyorum. Yeni Avrupa Rönesans’ı ilk Rönesans’tan farklıdır, çünkü Avrupa dışındaki dünyaya ve kültürlere açıktır, dolayısıyla, bu filozofa göre, İslam kültürü ve medeniyetine de açıktır. Bu oyuna girmemiz gerektiğini düşünüyorum. Kur'an bize "Hayırlı işlerde yarışın" (Kur'an 5:48) diye buyurmamış mıdır? Ama yarışmak için önce kendi kimlik bilincimizi güçlendirmemiz gerekir. Bilinçli Müslümanlar kendilerine ait değerleri unutmadan, vermeye de almaya da hazırdırlar.”
Aliya’nın bu çuvaldızı kendine batırma özgüveni hem Batı hem de İslam literatürünü iyi bilen bir entelektüel ve tribünlere oynamayan sorumluluk sahibi gerçek bir mücadele adamı olmasından geliyordu.
Daha 1970’de kaleme aldığı 40 sayfalık İslam Deklarasyonu risalesinde “Belirli İslam ülkelerinde fedakar dost veya azılı düşman aramak ve bulmak alışkanlığımız oldu ve bu durumu dış siyaset olarak isimlendirdik. Ne gerçek dost ne de hakiki düşman olmadığını anladığımız ve kendi sorunlarımız için “düşmanın felaket planlarını” değil, kendimizi suçlu gördüğümüz zaman, daha az hayal kırıklığı, sorunların azaldığı, olgunlaşmamızın başladığı bir dönem yaşarız” yazacak kadar erken zamanlarda sorunların farkındaydı.
1980’de yazdığı Doğu-Batı Arasında İslam’da acı reçeteyi de tarif etmişti.
“Ben olsam, Müslüman Doğu’daki tüm mekteplere “eleştirel düşünme” dersleri koyardım. Batı’nın aksine Doğu bu acımasız mektepten geçmemiştir ve birçok zaafının kaynağı budur.”
Bunları okuyunca insan düşünüyor.
Bugün hamasete, kendi kendine propaganda kolaycılığına kaçmadan, okumamakta bile irfan bulmak gibi sufli popülizmlere kapılmadan, milli sporumuz Batı karşıtlığını sorunların üzerine bir şal gibi örtmeden bu cesur tespitleri Türkiye’de dillendirecek bir siyasetçi ve entelektüel hakkında neler söylenirdi?
Batı hayranı, ezik Müslüman, emperyalist kafa, modernist, müstemleke aydını, liboş hatta Popper tavsiyesi yüzünden Sorosçu...
Neyse ki Türkiye’de Aliya’nın kitapları çok satılıyor ama pek okunmuyor.
Cehaletin bir faydası daha...