Bugünkü CHP’nin selefi olan Erdal İnönü’nün liderliğindeki SHP, (Sosyal Demokrat Halkçı Parti) Temmuz 1990’da Parti Meclisi’nde görüşerek “Doğu ve Güneydoğu Sorunlarına Bakışı ve Çözüm Önerileri” başlıklı raporu oybirliği ile kabul etti.
Raporu hazırlayan komisyonun başında SHP Genel Sekreteri Deniz Baykal vardı. Komisyonda Hikmet Çetin, Eşref Erdem, Fuat Atalay, Cumhur Keskin gibi partinin önde gelen isimleri yer alıyordu.
Raporun başlığında Kürt sorunu geçmiyordu ama içinde yeri geldiğinde “Kürt” ve “Kürt sorunu” kavramları kullanılmıştı.
Hala CHP’nin resmi sitesinde ve TBMM sayfasında bulunabilecek raporun en çarpıcı ve tartışma yaratan bölümleri ise bölgede terörle mücadele eden devletin uygulamalarının eleştirildiği tespitlerin yer aldığı paragraflardı.
https://chp.org.tr/yayin/dogu-ve-guneydogu-raporu-1989/Open
https://acikerisim.tbmm.gov.tr/xmlui/bitstream/handle/11543/957/200305499.pdf?sequence=1&isAllowed=y
Raporda, “resmi otoritelerinin zaman zaman Devlet terörüne dönüşen haksız uygulamalarının halkı bezdirdiği” söyleniyordu:
“Bir yandan insan hak ve özgürlüklerini hiçe sayan, demokrasi dışı baskıcı uygulamalar, öte yandan ayrılıkçı terör örgütünün baskıları ve ağırlaşarak büyüyen ekonomik ve toplumsal sorunlar; yöre halkını yerleşim yerlerini terke, köylerini boşaltmaya, toplu göçlere yöneltmektedir.”
“Birçok yerleşim birimlerinde olaylara karışmayan yurttaşlar, siyasal düşüncelerinden dolayı ya da ciddiyeti olmayan ihbarlar sonucu gözaltına alınmakta, uzun süreli soruşturmalar geçirmekte, işkence görmektedir. - Suçların kişiselliği ilkesi yok sayılarak birçok olayda sanık ile birlikte yakınları da soruşturmalara tabi tutulmakta, sanığın bulunmaması durumunda, hiç bir kanıt olmadan sanığın yakınları gözaltına alınmakta ve yurttaşların özgürlükleri kısılmaktadır.”
“Terörle mücadelede kullanılan yöntemler, ayrılıkçı terör örgütünün baskısı, resmi otoritelerinin zaman zaman Devlet terörüne dönüşen haksız uygulamaları, geniş yurttaş kitlesini bezdirmekte, yılgınlık, güvensizlik ve yabancılaşmaya yol açmaktadır. Bu durum, bölgede yaşayan halkın inancını ve güvenini yeniden inşa etme gereğini kaçınılmaz bir şekilde ortaya koymaktadır Oysa iktidar, tam tersi uygulamalarla demokrasiye, insan hak ve özgürlüklerine aykırı çaba ve girişimleri kaygı verici bir biçimde sürdürmektedir. Bütün bu uygulamalarla halka güven verme yerine kuşku ve tedirginlik ortamı yaratılarak silahlı teröre karşı başarıda temel unsur olan halkın desteği ve katkısı ihmal edilmektedir.”
“Yeni unsur olarak bölgede silahlı mücadele vardır. Silahlı mücadele ilerde de olabilir, bununla en etkin mücadele kendi yöntemi içinde elbette yapılacaktır. Ancak terör örgütünün silahlı mücadelesi ileri sürülerek halka yapılan baskı haklı gösterilemez. Bu, silahlı terör örgütlerinin tuzağına düşmektir. Terör tuzağının amacı, baskıdan bıkan insanların Devlete, Cumhuriyete yabancılaşmasını sağlamaktır. Bu, silahlı terör eyleminden çok daha vahimdir. Silahlı eylemle birlikte yabancılaşma sürecinin başlaması, en büyük tehlikedir. Bu süreç bir ölçüde başlamıştır. Silahlı eylem tek başına önemli bir tehdit değildir, ve etkinliği sınırlıdır. Önemli olan silahlı eyleme karşı, "en kısa zamanda sıfırlayacağız", "kökünü kazıyacağız", "bu Devlete meydan okumadır, imha edeceğim" iddialarının halka yönelik olarak zorunlu kıldığı olumsuz ve hatalı uygulamalardır. Bu uygulamalarla eğer bir kısım yurttaş eylemlere sempati duymaya başlıyorsa, silahlı eylem amacına ulaşmış, devlet de tuzağa düşmüş demektir. Oysa Devlet, "terör tuzağına" düşmemenin yollarını bulmalıdır. “
“Devlet terörü” ifadesi devletin terörle mücadelesine dönük sert bir eleştiriydi.
Rapor ertesi gün gazetelerin manşetlerindeydi. Başbakan Yıldırım Akbulut rapora tepki gösterdi.
Esas tepki ise “devlet” ten geldi.
Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Başsavcılığı rapor hakkında soruşturma açtı.
“Devlet terörü” tespiti, bir yıl sonra başka bir partinin raporunda daha yer almıştı.
1991 seçimlerinde o günkü MHP olan MÇP ile ittifak kurarak giren Refah Partisi, seçimlerde barajı aşıp ittifakla Meclis’e girse de Kürtlerin oylarını kaybetmişti.
Seçimden kısa bir süre sonra ittifak dağıldı, herkes kendi partisine döndü.
O günlerde Refah Partisi’nin İstanbul İl Başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan, danışmanlarından Mehmet Metiner’e Kürtlerin yeniden desteğinin nasıl kazanabileceği üzerine bir rapor hazırlattı. 18 Aralık 1991 tarihli raporun adı “Kürt sorunu ve çözüm önerileri”ydi.
Erdoğan, raporu Erbakan’a elden sundu.
Raporda devletin terörle mücadelede vatandaşa “bok bile yedirdiği” söyleniyordu:
“Türkiye’nin Güneydoğusu bugün hâlâ geri kalmışlık sorunuyla yüz yüzedir. Bölgede “Kürt Sorunu” dolayısıyla olağanüstü yasalar uygulanmakta ve bölge geniş yetkilere sahip olan genel bir vali tarafından idare edilmektedir. 1985’ten itibaren başlayan PKK saldırıları dolayısıyla bölge bir yanda devlet terörü, öbür yanda da PKK terörü arasında sıkışıp kalmaktadır. Bölge halkı PKK’ya bir biçimde arka çıktığı gerekçesiyle sürekli baskı ve işkence altında tutulmaktadır. Özel Tim’in bölgedeki uygulamaları âdeta hesap dışıdır. Bölgede yaşayan insanların ne mal ve ne de can güvenlikleri söz konusudur. İnsanlara bölgede gerektiğinde “bok” bile yedirilmektedir. Demokratikleşme ve insan hakları noktasında Güneydoğu son derece geridir. Yakın bir zamana kadar anlamsız ve çağdışı Kürtçe yasağı dolayısıyla bölge insanları hayli baskılarla yüz yüze gelmiştir.” (Kaynak: Hüseyin Yayman- Devletin Kürt Hafızası)
21 Ekim 1991 seçimleriyle artık SHP, DYP ile birlikte iktidardaydı.
“Şeffaf Karakol”, “Konuşan Türkiye” vaatleriyle iktidara gelen iki parti ikinci vaatlerini tutarak seçimden önce TRT’deki liderler açık oturumunu 1991’in son günlerinde tekrarladılar.
Tartışmanın gündemi enflasyon ve terördü.
Ecevit, sorunun Kürt kimliğinden kaynaklanmadığını anlattı, Türkeş “Sevr’in hortlatılmasını isteyenler var” dedi. Söz sırası muhalefetteki RP lideri Erbakan’a geldi. Erbakan, önce İslam Birliği’nden bahsetti, terör olaylarını dış kaynaklı olduğunu anlattı, sonra da TRT ekranlarında Başbakan Demirel’in yüzüne bakarak kimsenin beklemediği bir çıkış yaptı:
“Bugün bana gelen haberlere göre Kulp ve Lice’de üç bin kişi kara yatırılarak saatlerce bekletildi. Çoğu kadındı. Amaç silah araması yapmaktı.”
TRT canlı yayınında o güne kadar askeri terörle mücadele yöntemlerine yönelik en sert eleştiri olabilirdi bu.
Şaşkınlığı geçen Başbakan Demirel hemen “olmaz böyle şey” diye Erbakan’a itiraz etti.
Birazdan söz Demirel’e gelince, Başbakan önüne gelen notu okuyup, Erbakan’a cevap vererek söze başladı:
“Olağanüstü Hal Bölge Vali Yardımcısı’ndan bilgi geldi. Lice ve Kulp’ta bugün böyle bir olay olmamış. İnsanlık dışı hiçbir muamele yapılmayacak, yapılırsa anasından emdiği sütü burnundan getiririm.”
Ama böyle şeyler olmaya devam etti. Üstelik yine Diyarbakır Kulp’ta.
8 Ekim-25 Ekim 1993 tarihleri arasında Diyarbakır’ın Kulp ilçesinin dağınık mezralardan oluşan (Gurnik, Mezire, Pireş, Kepir ve Şuşan) Alaca köyü ve Muş’a bağlı Kayalısü köyü (Licik mezrası) civarında General Yavuz Ertürk komutasındaki Bolu Tugayı tarafından yürütülen askeri operasyonlarda gözaltına alınan 11 köylüden bir daha haber alınamadı.
Yakınları uzun yıllar Türkiye’de kapı kapı dolaşıp akrabalarını aradı. Hukuku çalıştırmayı başaramadılar.
AİHM’e gittiler. AİHM, 31 Mayıs 2001’de davayı sonuçlandırarak, 11 vatandaşın kaybolmasıyla ilgili Türkiye aleyhine hak ihlali kararı verdi.
https://hakikatadalethafiza.org/Foto/FailiBelli/Kulp/CaseofAkdenizandOthersv.Turkey.pdf
Ama hala 11 insanın akıbeti meçhuldü.
10 yıl sonra 2 Kasım 2003 tarihinde bir çoban Alaca Köyüne 500–600 metre mesafedeki bir dere yatağında toprak yüzeyine çıkan bazı kemik ve bez parçalarını buldu.
Kemikleri inceleyen Adli Tıp Kurumu Morg İhtisas Dairesi kemiklerin en az dokuz kişiye ait olduğunu ve bunlardan iki tanesinin Mehmet Salih Akdeniz ile Behçet Tutuş’a % 99,99 oranında ait olabileceğini tespit etti.
Bu iki isim 1993 yılında Kulp’ta kaybolan 11 kişi içindeydi.
2004 yılında TBMM İnsan Hakları Komisyonu’nun görevlendirdiği alt komisyonun üç üyesi; AK Partili Cavit Torun ve Hakan Taşçı ve CHP’li Mesut Değer bölgede incelemeler yaptı.
Yazdıkları raporda kemikleri bulunan bu kişilerin, PKK ile ilişkisi olmadığı, 1993’te Şemdin Sakık’a karşı yapılan bir operasyon sırasında gözaltına alındıktan sonra kayboldukları kanaatine vardılar.
Milletvekillerinin ön raporunda, toplu mezarın ortaya çıkarılmasının ardından Kulp Cumhuriyet Savcılığı’nın olay mahalline gitmediği, köylülerden kemikleri getirmelerini istediği belirtildi. Raporun sonunda, ‘Cezai yönden takibat açılması, bu tür faili meçhullerin bir daha cereyan etmemesi bakımından büyük önem taşımaktadır’ denildi.
O dava ancak Çözüm Süreci atmosferinin etkisiyle 2013 yılında açılabildi. Ama emekli general Yavuz Ertürk’ün de sanıkları arasında davada karar havanın tam tersinden estiği 2018’de tüm sanıkların beraatiyle kapandı.
Ama 90’lardan işlenmiş suçlarla ilgili bütün davaların akıbeti böyle olmadı.
27 Mart 1994 yerel seçimlerinde Erbakan’ın prensleri Erdoğan ve Gökçek, İstanbul ve Ankara belediyelerini kazanmalarından bir gün sonra seçim sonucu şokunun yer aldığı gazetelerde küçük bir haber çıkmıştı:
“Şırnak’ta bomba düştü: Şırnak’ın Kumçatı beldesine bağlı Koçaklı Köyü’ne bölgede operasyon yapan Türk savaş uçaklarından birinden bomba düşmesi sonucu 12 kişinin öldüğü, 8 kişinin de yaralandığı öne sürüldü.” (Cumhuriyet)
Birbirine benzeyen kısa haberlerde hep aynı vurgu vardı: “Uçaktan bomba düştü”.
Sanki askeri jetin kapısı yanlışlıkla açılmış bir bomba kapıdan yuvarlanmış gibi verilmişti haberler.
Gazetelerin iç sayfalarında kenarda köşede kalmış haber büyük bir trajediydi.
Ancak iki gün sonra haber olabilmişti. Ne ölü sayısı doğruydu ne de köyün adı.
26 Mart 1994 günü sabah saatleri Şırnak’ın Uludere ilçesine bağlı Kuşkonar ve Koçağılı köylerinde hayat rutin başlamıştı.
İki köyün erkekleri köyün dışındaki tarlada çalışıyor, çocuklar dışarıda oynuyordu.
Saat: 10.30-11.00 sularında uçak sesleri duydular ama bu sesler artık onların günlük hayatının bir parçası haline gelmişti.
Ama birazdan köylülerin “masa kadar” dedikleri kazan bombalarından ilki bir evin üstüne, ikincisi okula isabet etti.
Jetler gittiğinde bilanço ağırdı.
Koçağılı köyünde 13, Kuşkonar köyünde 25 sivil hayatını kaybetmişti.
Ölen 38 kişiden, 24'ü çocuktu. Onlardan 7'si ise bebek. Geri kalanların çoğu ise erkekler tarlada olduğu için kadınlar ve yaşlılardı.
Bombalamalar çevrede sürdüğü için Kuşkonar'daki cenazeler dinî bir tören bile yapılamadan toplu bir mezara gömüldü.
Ne savcı geldi, ne de tek bir otopsi yapıldı. Yaralılar etraftaki köylülerin yardımıyla Cizre ve Mardin'deki hastanelere kaldırıldı, köylüler komşu köylere sığındı.
Kumçatı beldesine sığınanlar Jandarma'ya verdikleri ilk ifadede "Kazaydı, şikâyetçi değiliz" dediler.
Koçağılı Köyü'nün muhtarı Halil Seyrek ise 1 Nisan günü Şırnak savcısına gidip köyün askerî uçaklar tarafından vurulduğunu anlattı.
26 yıllık hukuk mücadelesi o ifadeyle başladı.
10 yıl boyunca 38 Türkiye Cumhuriyeti vatandaşını kimin öldürdüğüyle kimse ilgilenmedi.
5 Ekim 2004 günü avukat Tahir Elçi, köylülerin “köyümüzü jetler bombaladı, o gün korktuk söyleyemedik” diye özetlenecek şikayet dilekçeleriyle soruşturmanın yeniden açılması için savcılığa başvurdu.
8 yıl boyunca uğraştı. Sorular sordu.
Beklediği cevap 2012’de geldi.
Sivil Havacılık, o gün ve saatte Şırnak üzerinde bir uçuş gerçekleştirilmediğini bildirdiği yazısının ekine bir bilgi notu eklemişti:
“O gün Şırnak’ın batısı ve kuzeybatısında Tanyer 60 adlı iki F-4 uçağı iki adet MK83 yüklü olarak saat 10.24 kalkmış, saat 11’de hedefine varmış ve 11.20’de de inmişti. Yine Kaplan 05 adlı iki F-16 uçağı da dört adet MK82 yüklü olarak 11’de kalkmış, saat 11.20’de hedefine varmış ve 12’de inmişti.”
İşte nihayet yıllar sonra köylüleri doğrulayan bilgi gelmişti.
Bu bilgiden sonra Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, soruşturmayı derinleştirdi.
Genelkurmay’a ve Diyarbakır 2. Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na yazılar yazarak, bu uçuşlarla ilgili tüm personelin bilgilerini istedi. Genelkurmay’dan isimlerle ilgili bilgi gelmezken, Diyarbakır 2. Hava Kuvvetleri’nden isimler geldi.
Bu isimler doğrultusunda savcılık dönemin Diyarbakır Asayiş Kolordu Komutanı Hasan Kundakçı ve ismi verilen üç üst düzey subayın ifadelerini aldı.
Bu arada Kasım 2013’de 7 yıl önce Tahir Elçi’nin yaptığı AİHM başvurusunda karar çıktı.
26 Mart 1994 günkü bombardımanda iki oğlunu, iki gelinini ve dört torununu kaybeden Hatice Benzer adına yapılan başvuruda hak ihlali kararı çıktı. Türkiye, 2 Milyon 310 bin Euro tazminat ödemeye mahkum edildi.
AİHM kararını dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin Strasburg'da değerlendirdi, “AİHM'den dönen eksik soruşturmaların yeniden açılabileceğini, bu dosyanın da yeniden açılacağını” söyledi. Davada Türkiye tarafını temsil eden Adalet Bakanlığı'nın basın danışmanı Adnan Boynukara da Twitter'da kararı "Güvenlik merkezli politikaların sonucu" diyerek yorumladı.
Çözüm Süreci’nin heyecanlı zamanlarıydı. AİHM’den çıkan ihlal kararı iktidara yakın gazetelerin manşetlerine çıkmıştı.
Fakat ne AİHM kararı ne de Adalet Bakanı’nın soruşturmanın yeniden açılmasına desteği de sonucu değiştirdi.
2014 yılında Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı olayın “askeri operasyon sırasında görevli askeri personel tarafından yapıldığı” gerekçesiyle yeniden görevsizlik kararı vererek, dosyayı Diyarbakır Askeri Savcılığı’na gönderdi.
Diyarbakır Askeri Savcılığı dosyayı Genelkurmay Askeri Savcılığı’na gönderdi.
Genelkurmay Askeri Savcılığı da olayın 20’inci yılının yani zaman aşımının dolmasını bekledi ve 9 Nisan 2014’de zamanaşımından dosyayı kapattı.
Bunun üzerine Tahir Elçi, dosyayı hak ihlalinden Anayasa Mahkemesi’ne taşıdı.
Ama bir yıl sonra 2015 yılında Diyarbakır’daki hendek olayları sırasında tarihi dört ayaklı minareyi çatışmalardan korumaya çalışırken ateş arasında kaldı ve polislerden çıkan kurşunlarla öldürüldü.
Ondan sonra dosyayı AYM’de avukat Neşet Girasun takip etti.
Ve Anayasa Mahkemesi 26 yıl sonra 2020’de Şırnak Uludere’ye bağlı Kuşkonar ve Koçağılı köylerinin 1994’te askeri uçaklar tarafından bombalandığına, yaşamını yitiren 38 kişi ile yaralananların ve yakınlarının yaşam haklarının ihlal edildiğine oybirliğiyle karar verdi.
Bütün bu davalar devam ederken Diyarbakır’da avukatlık, Baro Başkanlığı yapan isimlerden biri de Sezgin Tanrıkulu’ydu.
Tanrıkulu, CHP Diyarbakır Milletvekili olarak geçen hafta bağlandığı TV100 yayınında 90’lı yılların Kulp ve Kuşkonar olaylarını ve bunlarla ilgili AİHM kararlarını hatırlattı.
Sadece bunun için önce programdaki fırsatçılar sonra da devlet ve siyaset tarafından günlerdir linç ediliyor.
Hakkında başsavcılık hafta sonu soruşturma açtı. MSB acil ve sert bir açıklama yaptı.
Ama onlar zaten her zamanki pozisyonlarındaydılar.
Ama ya AK Parti, CHP, Erdoğan ve Kılıçdaroğlu?
Modernleşme ekolü ilerlemeci tarih görüşüne inanır. Tarihte insanlık her zaman ileriye gider. Zaman geçtikçe toplumlar medenileşir, “zamanla anlaşılır” düsturu çalışır.
Ama hayat böyle değil.
Bazen toplumlar zor bela aştıkları çukurların içine tekrar yuvarlanırlar. Hem de bağıra çağıra, bile isteye…
Sezgin Tanrıkulu olayı her devir pozisyonların bu denli değişebilmesi karşısında insanı korkutan, güvensizlik hissini yükselten çok çarpıcı bir örnek oldu.
Daha üç yıl önce kendi AYM’sinin hak ihlali kararıyla tazminat ödemiş devletin 30 yıllık bir meseledeki bu hararetli haklılık ve dokunulmazlık ısrarı, başka devirlerde tam tersini savunmuşken o televizyon ekranında birden tırnaklarını çıkaranların utanmazlığı ama en kötüsü 30 yıl önce o raporları yazmış partilerin bunun gerisine düşmesi, 90’lı yıllardaki faili meçhulleri, devletin terörle mücadelede işlediği suçları daha önce defalarca telaffuz etmiş siyasetçilerin bugün bir anda başka bir yüzle karşımıza çıkabilmeleri…
Toplumlar her zaman ileriye gitmiyor, bazen böyle geriye de gidiyor.